11 Ağustos 2012 Cumartesi

Lars Von Trier beni kalbimden vurmuştu,



Yıllar önce izlediğim bir daha da asla izlemeye cesaret edemediğim bir film varsa o da "Breaking The Waves" sanıyorum. Bir filmde hem bu denli rahatsız etmek ama aynı zamanda kendine hayran bırakmak sanırım olsa olsa "Lars Von Trier"in harcı olabilirdi.

İzleyenlerin tüm eleştirilerine rağmen bence bu filmin asıl özelliği,  filmin sonunda beğenen ya da beğenmeyen herkesi şaşkınlığa düşürmesi. Bende derin izler bırakan bu filmin sonunda düşündüğüm tek şey artık düşündüğüm birçok şeyin düşündüğüm gibi olmadığıydı.

Filmin konusunu tutucu bir kasabada yaşayan Bess'in aşk, cinsellik ve evlilik ile aynı anda karşılaşması ve toplumun ahlak kuralları ile Tanrı inancının da bu karşılaşmayla harmanlanması olarak özetleyebiliriz.

Filmin başında hayal bile edemeyeceği güzellikte bir aşk yaşayan Bess, yaşadığı aşkın güzelliği için her gün Tanrı'ya dua etmeye başlar. Ama birgün korktuğu başına geldiğinde eve çabuk gelmesini istediği kocasının bir kaza geçirerek felç olduğunu öğrenir. Bu kazanın kendi hatası olduğunu düşünen Bess, Tanrı'nın onu cezalandırdığı fikrine kapılır. Kocası artık felç nedeniyle onunla birlikte olamayacağı için ondan başka erkeklerle birlikte olup kendisine bunları anlatmasını ister. Bess ise cezalandırıldığını düşündüğü için daha çok günaha batarak kocasını iyileştireceğini düşünmektedir. Kocası her geçen gün iyileştiğinde Bess artık kendisini dilediği kadar mahvetmeyi başarmıştır.

Hareketli kamera görüntüleri sanki gerçek bir hikayeyi amatör video ile izliyormuşsunuz hissi uyandırıyor siz de. Zaten filmin başdöndürücü olan trafiğine bir de somut olarak hissedebileceğiniz kendi baş dönmeniz ekleniyor.

Bu filmin asıl konusu ne anlamak çok zor. Bir kadının yaşadığı toplumun ahlak kurallarıyla aşkı arasında kalması bizim kültürümüze de yabancı olmasa gerek. Konu aşk, inanç, fedakarlık, toplum baskısı.... v.s. diyebiliriz. Bana göre ise hepsi birden. Filmi güzel yapan da aslında bu sanıyorum.

Filmin sonunda Bess'e kızıyorum. Belki böyle davranmasıydı kocası tekrar iyileşebilirdi ve tekrar mutlulukla birlikte yaşabilirlerdi diye. Ama bir yandan hayran kalıyorum. Bencilliği tümüyle yok etmiş bir ruh değil  kendinden tamamiyle arınmış bir ruh. Kendisi yok sanki artık sadece kocasına duyduğu aşk var. Ve bunun için kendisini mahvetmeyi göze almıyor bunu kutsal bir görev gibi bilerek ve isteyerek gözünü kırpmadan yapıyor.

Özünde absürd ve "Bu kadar da olamaz" dedirten ama bunun yanında insan içgüdülerini ve bir şeye karar verirken ya da hayatımızı yönlendirirken bize toplum tarafından öğretilen ahlaki ve diğer tüm kuralların ruhumuz üzerinde nasıl bir etki bıraktığını "Ancak bu kadar olur" dedirtecek şekilde anlatan bir film.

Asla hiçbirimizin yaşayamayacağı bir hikaye ama hepimizin yaşadığı şeylerden bir parça var. Sonuçta insan bazen kendine engel olamadan kendini mahvetmeyi göze alabiliyor. Hatta bu bazen biraz da haz alınan bir eylem haline geliyor. Ama karşındaki insan için kendini mahvetmek belki de bencil bir kültürü beyninden vuruyor. Pozitif ayrımcılık yapmak gerekirse kadınlar için bu filmin ayrı bir haz olacağı tartışılmaz.

Bir de insan kendisini bir duygu adına mahvetmiş, kimi zaman cezalandırmış ve bazı zamanlarda başkalarına hayatı dar etmişse bu filmi izleyip rahatlayabilir sanıyorum. Ama aslolan "Dalgaları Aşmak" işte. Her gün daha bir bireyciliği pohpohlayan bir kültürde bencil duygularının kökünü kazımak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder