28 Şubat 2010 Pazar

26 Şubat 2010 Cuma

söyle! 'melisin'



"sana birisinin seni hayatın boyunca suçlayabileceği tek şeyi söyleyeyim mi?" dedi bilge adam. sonra şöyle devam etti:


"asla kimseye kendini özel hissetme şansı vermiyosun."

bunu bir kağıda not alacağını söyledi elis. ama bilge'nin söyleyecekleri bitmemişti.



"bence yazma çünkü asla kurtulabileceğin bir şey değil bu." dedi.


evet haklıydı. artık bu elis'in birisi gelipte aksini söleyene kadar kurtulabileceği bir şey değildi. kaçsa da kurtulamayacaktı. kalbine oturan ağırlığa sarılmak istemiyordu da ama kendisinin olduğu için sahiplenmek zorunda kaldı.


neyi yanlış yaptığını bulmak için çok uzaklara gitmesi gerekiyordu ama yolculuğu sevmez olmuştu. zaten gücü de kalmamıştı. en azından bu yüzyıl için. "belki bir asır sonra" diye düşündü.



diğer taraftan başka bir 'bilge' duyduklarına inanamayan kulaklarına, kendisini en genç halinde hissettirecek şarkılar yollamaktaydı bambaşka diyarlardan... duyduğu şeylerin ağırlığını yumuşatan ezgilerdi bunlar.


"kendimi 15 yaşında bir genç kız gibi hissediyorum" dedi elis. "neyse ki şarkılar vardı da genç kalabiliyoruz hala" diye düşünüp iç çekti. söylenen sözler yumuşuyor, gerçekler ya da gerçekmiş gibi görünenler daha az acıtıyordu.


oysa ki elis ne yaş ne de cinsiyetin var olduğu bir gezegendeydi.


bir an gerçek dünyaya çok yükseklerden olağanca hızıyla düştü.


zamanın da farkına vardı. gece ve gündüz kavramları oluştu. sabah olmaktaydı.


"uyu" dedi 'bilge'. "uyu, geçer!"


elis, ilk defa 'bilge' nin bilmediğini düşündü.


evet, basbayağı gerçek dünyadaydı işte. 'bilge' lerin tutarsızlık gösterdiği tek yer gerçek dünya olabilirdi ancak. elis'in gezegeninin kuralları çiğnenip geçti işte o an.


yoksa uyumanın 'geçmeyen şeyler'in düşmanı hatta onların itici gücü olduğunu bilmeyen var mıydı?

bu bilmemek değil çaresizlik olsa da elis'in kendisi karşısında çaresiz kalan bir 'bilge' ye duyduğu hayal kırıklığı göz bebekleri gibi büyüdü, büyüdü, büyüdü...



sonra ilk defa duymadığı bir cümleye niye bu kadar takıldığını ve birden nasıl kalbi olan bir kadına dönüşüverdiğinin farkına vardı.


bir an için kalbi olan bir kadına dönüşüvermesini umursamadı çünkü gitmesi gereken bir yer vardı, çok gecikmişti ve şu an hiç vakti yoktu.



artık her zaman çok işi olan ve durmadan saatine bakan tavşan adamlar kadar aynı kaderi yaşayan kadınlar da sanki "kalp" sadece hep onlara özgü bir uzuvmuş gibi yargılanarak gezegenin mutsuzluk kaynağı olmaya devam edeceklerdi.


















kuyu efsanesi,

elis, ne kadar olduğunu kestiremediği ama uzun olduğunu tahmin ettiği meçhul bir zamandan beri dağların arkasından gelen ezgileri dinliyordu. hep aynı ezgilerde farklı farklı hikayeler anlatılıyordu.

insan bazen dört duvar arasında yaşamayı insanlardan çok ezgilere kulak vermeyi isteyebilirdi. dışarda delicesine akan bir yaşama kendini bırakmak yerine dağların ardını dinlemeyi yeğleyebilirdi.

yalnız ezgilere eşlik eden hikayelerin zihninde ne uyandırdığını merak eder olmuştu. zihni bir süredir kendisine biraz ağlamaklı biraz buruk tebessümlü oyunlar oynamaktaydı.

"artık sana öğreteceğim bir şey yok. bütün soruları çıkar at kafandan bugün" dediği günden beri bilge kişi, gitmeye cesaret edemediği dağların arkasındaki hem çağıran hem "gelme" diyen sesleri dinlemeye koyulmuştu.

garip bir şekilde mutsuzdu ve yine aynı şekilde mutluydu.

peki geçmişi çağıran sadece zihin değilse tesadüflerde zihnin yanında savaşa katılmışlarsa ve bu hergün olmaya başlamışsa, farklı farklı bedenlere bürünmüş geçmişin askerleri evini gasp etmeye uğraşıyorlarsa!!!

önce hangi bedene karşı savunmak gerek kendini?

cevabı basitti: "Hiçbirisine!"

"arada seçim yapmak gerekiyorsa acaba hangisi daha çok hakaret etti sahip olduğun değerlerin bekaretine kendi namus anlayışlarıyla?"

bunun cevabı diğerinden daha da kolaydı: "Hepsi birbirinin aynıdır!"

bu bir "hepsi" ya da "hiçbiri" sendromuydu.

genellikle her iki şık aynı şekilde kendini ele vermekteydi.

sonunda yine elis, onu kuyuya atmaya çalışanların o kuyuya bizzat kendilerinin düşmüş olduğunu gördü. nedense bu defa hiç üzülmedi. hatta tebessüm ederek kuyunun üzerini kapattı.
bağırış sesleri hiç içini burkmamıştı.

geçen onca zamandan sonra dinlemeyi reddettiği tek ezgi bu olmuştu.

herkesi kendi ağlamaklı sesiyle başbaşa bırakmak en iyisiydi...

19 Şubat 2010 Cuma

yeni evim,



güzelllll......

çok güzel bir manzara!

dünya umrumda değil ki evimde ve güvendeysem artık!

insanın evi yaşayabileceği tek yerse eğer onu seve seve yapar ve bozar da aynı zamanda...

ama ben en çok tekrar inşaa etmeden önce izlemeyi seviyorum. ondan daha da çok izlerken üşümeyi bir de!

neyse ki ısındı artık içim yeni evime :)

tatlı bir tebessüm ve kolay kolay üşümem bir daha...

15 Şubat 2010 Pazartesi

ucuza yaşamak,







bir şeyin ucuz bir numara olup olmadığını anlamak istiyorsan gördüğün şeye daha yakından bak. eğer her yerde, her zaman ve herkese hep aynıysa hemen hemen hiç değişmiyorsa o öyledir işte...



popüler kültür ne demek acaba diye çok düşünmüştüm. şimdi buldum!



klişeler içinde yaşayıp herkes gibi ve "çiğ"olmaktan acı çekmek, daha fazla insan olmaya çalıştığını sanarak sonunda üç kuruşa kendini beş kuruşa başkalarını satabilecek kapasiteye erişebilmeyi öğrenmiş olmak.



"bilgi güçtür" diye koşullandık "modern olmaya çalışmak" adlı çıkmaz sokakta. yalnız "neyin bilgisi"(?!) bilen var mı sapla samanı karıştırmış şu insan sürülerinin arasında.

artık işler öyle bir hal aldı ki cehalet en büyük erdem, ilkelliğin büyüsüyle tütsülenmiş kabile hayatı en güzel yaşam, modern olmaya hiç çalışmamış insan en insana benzeyen "insan"olmuş durumda.



neyle aydınlanacağını şaşırmışsan bence aydınlanmamak en hayırlısı!



eğer erkekler bilgilerini kız tavlamada, kadınlar daha fazla hayranlık uyandırarak dişiliklerini türlü şekillerde teşhir etmek için ve çocuklarda teknolojinin nimetlerini kullanarak daha gerizekalı bir nesil inşaa etmek için kullanıyorlarsa "modern olma" projesiyle beraber cemiyet hayatımızda boka batmış haldedir.



cemiyetten istifa edip ilkel bir cemaate mensup olmak sanıyorum bundan sonra en büyük hayalim. insanların bu kadar çürüyen cesetler gibi yaşadığı bir döneme daha şahit olduğumu hatırlamıyorum.



hal budur. "ilkel"i olumsuzlayanlara gülmekten başka çare yok şu durumda... acınacak halde olan metropol insanını ne diyerek gaflet içindeki uykusundan uyandırabiliriz acaba?



baudelaire'nin döneminin "modernist" ressamını anlatmaya çalışırken söylediklerini alıp bugünün insanına atıfta bulunsak ne kadar yanlış olabilir ki?



"..... herşeyden bıkmış olmak, acı çeken bir insan olmak ve bundan sonra da, tilkinin ısırıp yaralamasından sonra da gülen Ispartalı gibi gülebilmek..."



bence çokta güzel oldu ve fazlasıyla yakıştı!

14 Şubat 2010 Pazar

"zıt"ların "birlikte"liği,




içeriye doğru süzülen güneş ışıkları odayı tam ortadan ikiye bölüyordu. odanın bir yanı içeriye doğru süzülen ışıkla olabildiğince aydınlık gölgede kalan taraf ise bir o kadar karanlıktı. birbiriyle bakışan iki pencere arasındaki koltuk odanın tam köşesine yerleştirilmişti.

odanın karanlık tarafında kalan bir üçüncü pencereden dışarıda her şeyi yerle bir eden bir fırtına olduğu anlaşılıyordu. diğer iki pencereden bakıldığında ise aksine ucu bucağı görülmeyen yemyeşil kırların güneş ışığı ile dans ettiği bir bahar havası insanın ruhunu okşuyordu.

pencereler arasında koşuşturmaktan yorulan elis kendini yumuşacık koltuğun üzerine bıraktı. bir yandan yağan yağmur eşliğinde kopan fırtınayı dinliyor diğer yandan güneş ışığı ile yıkanan yemyeşil kırları izliyordu. hangi sese kulak vereceğini hangi manzarayı izleyeceğini şaşırmış haldeydi.

kulakları tırmalayan fırtınaya aldırmazlık etmek imkansızdı evet ama manzara o kadar da eşşizdi ki...

elis'in ait olduğu kırlardı onlar ve aynı zaman da kırlar da elis'e aitti. tüm yaşamı boyunca o yemyeşilliği inşa etmek ve kendisine miras kalan kırları korumak için uğraşmıştı. şimdi önündeki bu uçsuz bucaksız güzelliğin kıymetini anlamıştı. tam da şimdi anlamıştı evet! ait olmanın ve kendisine ait olunmasının sihrini tam da o anda keşfetmişti.

fırtına çok uzaklardan geliyordu nasıl olsa ve bir gün mutlaka dinecekti. oysa sahip olduğu uykusundan yeni uyanmış biraz mahmur biraz unutulmuşluktan küskün bahar havası ve göz kamaştıran yemyeşillik hep onunlaydı. düşündü ve gülümsedi aniden. geçen yüzyıllardan beri görülmüş en içten, en samimi ve en gerçek 'elis gülüşü'ydü bu.

"geçmişte olanlara ağladın, gelecekte olacaklara da... yarın bugün ağladığına ağlayacak olmalısın o zaman. peki ne zaman ağlamayacaksın?" diye sordu aptalca kendi kendine. diğer yanda bu düşünceleri bölen kızgın yağmurun sesi bu güzel manzaranın parazitiydi.

birgün fırtına dinecekti mutlaka ki evet. keşke o gün bugün olsa diye düşündü elis...

diyalektik böyle bir şey miydi yoksa? fırtına olmasa manzara bu kadar güzel olabilir miydi? zıtların birlikteliğiyle mi yaşam bir bütündü? bunları hesaba katabilecek kadar yaşlanmayı öğrenmişti elis... yaşlanmak da öğrenilen bir şeydi nasıl olsa söz konusu "sosyal" olmaksa! sözümona sosyal bir çevrenin parçası olmak işte ancak bu kadar bir fayda sağlayabiliyordu insana. aman ne büyük bir bilgi!!! YAŞLANMAYI ÖĞRENMEK küçük kadınlar ve küçük adamlar arasında!

neyse ki elis sadece işine yarayan bilgileri alıp diğerlerini çöpe atmakta çok başarılıydı. yaşlanmayı bir topluluk içinde öğrenecek ama fırtınayı tek başına dindirecekti. yağmurun tekrar başlama ihtimalini göze alarak fırtınayı dindirmek, huzurlu bir şekilde manzarayı izlemenin tek koşuluydu.