26 Şubat 2010 Cuma

kuyu efsanesi,

elis, ne kadar olduğunu kestiremediği ama uzun olduğunu tahmin ettiği meçhul bir zamandan beri dağların arkasından gelen ezgileri dinliyordu. hep aynı ezgilerde farklı farklı hikayeler anlatılıyordu.

insan bazen dört duvar arasında yaşamayı insanlardan çok ezgilere kulak vermeyi isteyebilirdi. dışarda delicesine akan bir yaşama kendini bırakmak yerine dağların ardını dinlemeyi yeğleyebilirdi.

yalnız ezgilere eşlik eden hikayelerin zihninde ne uyandırdığını merak eder olmuştu. zihni bir süredir kendisine biraz ağlamaklı biraz buruk tebessümlü oyunlar oynamaktaydı.

"artık sana öğreteceğim bir şey yok. bütün soruları çıkar at kafandan bugün" dediği günden beri bilge kişi, gitmeye cesaret edemediği dağların arkasındaki hem çağıran hem "gelme" diyen sesleri dinlemeye koyulmuştu.

garip bir şekilde mutsuzdu ve yine aynı şekilde mutluydu.

peki geçmişi çağıran sadece zihin değilse tesadüflerde zihnin yanında savaşa katılmışlarsa ve bu hergün olmaya başlamışsa, farklı farklı bedenlere bürünmüş geçmişin askerleri evini gasp etmeye uğraşıyorlarsa!!!

önce hangi bedene karşı savunmak gerek kendini?

cevabı basitti: "Hiçbirisine!"

"arada seçim yapmak gerekiyorsa acaba hangisi daha çok hakaret etti sahip olduğun değerlerin bekaretine kendi namus anlayışlarıyla?"

bunun cevabı diğerinden daha da kolaydı: "Hepsi birbirinin aynıdır!"

bu bir "hepsi" ya da "hiçbiri" sendromuydu.

genellikle her iki şık aynı şekilde kendini ele vermekteydi.

sonunda yine elis, onu kuyuya atmaya çalışanların o kuyuya bizzat kendilerinin düşmüş olduğunu gördü. nedense bu defa hiç üzülmedi. hatta tebessüm ederek kuyunun üzerini kapattı.
bağırış sesleri hiç içini burkmamıştı.

geçen onca zamandan sonra dinlemeyi reddettiği tek ezgi bu olmuştu.

herkesi kendi ağlamaklı sesiyle başbaşa bırakmak en iyisiydi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder