31 Mayıs 2010 Pazartesi

hatasever,



hatalarından yol yapsa istediği en uzak ülkeye gidebilir insan. yaklaştım ama daha gelmedim biliyorum.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

nasıl olmayacak?,



önce sizi sonra kendimi yericem. önce kendime hak verip sonra size hakkınızı teslim edicem. bölüştürücem suçlarımızı. sonra baştan alıp her şeyi yozlaşabiliriz tekrar.

yeter ki tek gece kendi gölgemizde uyuyalım.

...

süreksizlik köreltti beni.beynimden pelte gibi aktı gitti insanımsı suretler.
birbirine karıştı hepsi.bu yüzden hiçbirinin yüzü yok.

28 Mayıs 2010 Cuma

"basit"lik özlemi,




dünyanın varoluşundan bu yana geçen onca dönemi düşününce yaşabileceğim en köhne zaman diliminde yaşadığıma kanaat getirdim.

herkes bir şeylerden şikayet etmekte ve düşüncelerimizi birbirimizin içine akıtmamızı sağlayan tek araçta sloganlarımız olmuş. üstelik şikayet ettiğimiz şeyleri yaratanlar da en başta biz oluyoruz. yaratıp içinde yaşıyoruz. sonra da yaşadığımız eve pisliyoruz.

imajlarla ve renklerle kandırılıyoruz bunun yanında. rıza gösteriyoruz bir de buna, hayat daha eğlenceli ve kolay olsun diye. daha zor oluyor...

oyalandım bunca zaman ben de öylesine.

ama bundan sonra,

slogan istemiyorum.
ayrıntı istemiyorum.
şikayet duymak istemiyorum.

basit ve güzel olanı istiyorum sadece.

hayatımı zorlaştıran değil kolay hale getiren şeylere ihtiyacım var.

bu yüzden kendi "zor oluşuma" bile karşıyım bu aralar.

"basit kadın" olasım var.

yadırgarsınız ama şimdi siz beni diymi böyle söyleyince. çünkü en olmasını arzuladığınız şeyin aksini iddia edecek kadar ikiyüzlüsünüz. sizi "sosyal" bir yaratık olma zorunluluğu bu hale getirdi. kızmıyorum bu yüzden.

sadece siz de basitleşip güzelleşin istiyorum. gözümüz gönlümüz açılsın!

25 Mayıs 2010 Salı

pis bir insanım,



"dünyanın bütün bilgi kirlilikleri üzerime doğru gelirken"

ödev ahlakı görev bilinci tadında yaşamak gibi bir şey işte demek istediğim.

öyle olunca da beklentilerimiz ihtiyaçlarımızı karşılamıyor.

gereksinimlerimiz şeker tadında ağzımızda eriyip gidiyor.

tadına bakmak isterken bakıyoruz ki şeker yitip gitmiş.

tadına bakınca bildin mi şimdi pekiy?

bilemedim.

bilinçsiz tüketim.

bir sonraki bilgiye geçelim diyerek boş vakitlerimizi değerlendirmeye devam edicez.

kimi zaman bir insan olacak bu bilgi kimi zaman bir olay başka zaman da bir durum.

hep bir şeyler bilicez ama laf olsun diye aklımızda tutup diğerlerine yer açılsın diye kafamızdan atıcaz.

"bir insan asla bir bilgi değildir." kısmına geldiğimde takılıyorum.

çünkü her şeyin arasında onları da gündelik bilgi gibi oluşturup tükettiğimi farkettim.

üzüldüm. bir şey yapamadım.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

korkudan etekleri uçuşmak,




şekerden yapılmış pembe elbisesini giydi elis. işte o sonsuz ve uçsuz kırların kraliçesiydi artık.


etekleri uçuşarak uzaklaştı.
tüm yersiz ve zamansız sanat anlayışlarından sıkılmıştı.
o tepeye tek başına tırmandı.
acı şeker tadı döküldü dudaklarından.

"benim yüzümü çizemezsiniz işte" diye bağırdı.
yeni yüzyılın sanat anlayışı "o"ydu.
ve o resmedecek artık sizin yüzünüzü.
ama asla tekrar yüzünüze bakmadan.

etekleri uçuşarak kaçtı elis. kafasında hep bir belki olacağını bilerek, acabalarını severek, korkudan başı dönerek....

ama ne olursa olsun ardındaki değil önündeki rüzgarın hipnotik etkisini hissederek.

sizi değil kendisini sevdi elis,,,

19 Mayıs 2010 Çarşamba

...

ve bir gün insan çöplüğünün orta yerinde bulucaksınız kendinizi.

hayatınıza giren tüm o bölük pörçük kadın ve adamların arasında unuttuklarınızı hatırlayacaksınız.

kıyafetlerinizin sığmayıp yerlere döküldüğü elbise dolabınızın karşına geçip çırılçıplak olduğunuzu fark ettiğiniz an "işte o an" olucak.

...



gece dünyanın en bedbaht insanı olarak yatıp sabah ruhsuz biri olarak uyanıp akşamüstü dünyanın en güçlü insanı oluyorum.

metropol insanı dediğin zavallı yaratığın kısırlaşmış hikayesi budur.

yıllarca uğraşıp, düşlediğiniz yaşama hep bir adım daha yaklaşmış olmayı öğreneceksiniz sadece.

yaşamayı ise unutacaksınız.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Jonathan doğru yolda mı?




kuşlar gibiyiz biz insanlar. uçup uçup sıçıyoruz. ve sanırım hayatın tadı da böyle çıkıyor.

martı Jonathan vardı bir de. diğer kuşlardan hep daha başka uçmaya çalışırdı. sanırım hikayenin sonunda başına iyi bir şey gelmişti. bambaşka diyarlara ulaşmıştı kendince. ahhh yazık!

biz de hikayeyi okuyup "ah evet daha yüksekten uçmalıyız" diye gaza gelirdik.

ama bence Jonathan da sıçmış olabilir. kendini diğer kuşlardan farklı sandığı için bir an.

yani neticede hepimiz sıçan yaratıklarsak ne farkımız olabilir ki birbirimizden en fazla?

böyle de düşünce hiçbir esprisi kalmıyor ama...

"ben başka bir insanım" sendromunun bedeli yanılgı oluyor sanırım.

ve yanılgı geri verilen bir şey değil üstelik. hep sizde kalıyor.

ama yine de yanılmayı seviyorum.

yalnız küçük bir ayrıntı:

aynı şeye defalarca değil farklı farklı şeylere başka başka yerlerde.

bu dünyaya Jonathan olarak bir kere geliyoruz.

şöyle bir etrafıma bakıyorumda çoğu kişi uçmak için uçuyor sanki. dolayısıyla hayatımız hep aynı yerlerde, hep aynı tip insanlarla, çoğunlukla benzer şeylere kafa yorarak geçiyor.

bundan hicap duyuyorum işte.

bu kompozisyondan anladığım tek şeyse zaten hali hazırda uçuşta olduğumdur. sürekli değişen düşüncelerim ve duygularımsa kanatlarımdır.

çabuk sıkılmaksa çok diyar gezmenin sonucudur.

uçuş rutin hale gelince de günün sonunda yaşanan tek heyecan yorgunluk olur.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

gidin sendromu,

ben yorgun, sen güzelsin...

şeytan dürtmesinin bedeli,


uyuman için hikayeler anlatırdım sana. biraz tebessümle ama anlam veremediğim bir keyifle dinlerdin hep söylediğim saçmasapan şeyleri.

"ağır ağır kapat gözlerini, denizi düşün. hafif bir rüzgarın estiğini hayal et" derdim. sanki dünyanın en mantıklı şeyiymiş gibi dinler uyumuş gibi yapardın beni üzmemek adına.

sonra hem uyuduğuna sevinir hem seni kaybettiğime üzülürdüm çocukça.

neyse ki sonra birdenbire gözlerini açar "uyandım" derdin.

ve biz sanki dünyanın en komik şeyiymiş gibi buna gülerdik sonra.

seni son kez uyutup giderken artık uyandım diyerek beni güldüreceğin günlerin bir daha yaşanmayacağını biliyordum sanırım. ama işte arada bir şeytan dürtmesi de olmasa insanın anlatacağı hikayeleri de olmuyor.

şimdi sen hayal et dediğim o deniz kenarındasın. üstelik geçen gün uykunun en tatlı yerinde uyanıp bana sürpriz yapmak için geri geldin.

şaşırmamış gibi yapmamı aptallığıma ver. anlattığım o saçmasapan hikayelerle geçmişte yapmaya çalıştığım gibi uyuttum yine seni kendimce.

bir insanı ömür boyu özleyecek olmanın karşılığı neyse sen "o" sun işte.

uyu istiyorum çünkü.

sen güzelsin...

ve sevineceğim tek bir andan feragat ediyorum bunun için. seni ömür boyu özlemeyi tercih ediyorum sanıyorum.

hangisi hapis hayatı diye sorarsan ikisi birden derim ben de o zaman.

ama senin hayal gücünle biz o demir parmaklıkları aşmıştık işte. o köhne şehirden ancak sen bir lunapark yaratabilirdin zaten. şimdi de ben bana armağan ettiğin bu yeteneği kullanarak yaşamaya çalışıyorum.

yine de asla senin hapishanen kadar eğlenceli olmayacağını ve yüzümü artık hiçbir şeyin o günlerdeki gibi güldüremeyeceğini anladım.

6 Mayıs 2010 Perşembe

kapı gıcırtısı,

kapı elis için aralanmıştı. kapı gıcırtısının sesi elis'in içini açıttı.
mecburdu işte ama. ya çıkmalıydı o kapıdan ya da çıkmalıydı...

yaşlandırmıştı bu ev, bu oda ve bu gezegen onu.

ışıkları sönmüş bir gezegende mutlu bir çocuk olmaya çalışmak ve hayal gücünü korumak için savaş vermek neye kime yarardı ki?

boş bakışların kuşatması altındaydı ya da en iyi halde bakan bile yoktu belki. çünkü bakmak onun için, içini doldurmaktı yaşanan zamanın.

o zaman ne bakan vardı ne gören. hayat boş zaman aktiviteleri halinde akıp gitmeydi işte.

öyleyse dedi ve açtı kapıyı...

gözlerine inanamadı. uçssuz bucaksız sandığı kırların sonunda engin bir deniz görmüşti. sonluluklarını gösterdiler ilk defa elis'e.

kır yolundan zaman zaman koşarak hızlıca, zaman zaman durarak yavaşça denize ulaştı.

uzun bir vakit denizi izledi öylesine ve bakan birine hiçbir şey anlatmayacak bakışlarla.

evine geri döndüğünde soluduğu havanın yorgunluğuyla sarhoş olmuş bedenini yatağının üzerine bıraktı öylesine. gören hiç kimseye hiçbir şey anlatmayacak beden diliyle...

birden karar verdi sonra.

geçmiş gezegenlerin mirası çıkınını çıkardı sakladığı köşeden. uzun uzun konuştu onunla. çıkını ona şöyle söyledi sonra:

"sen ailenleyken bile yalnızdın elis. o yüzden bu yalnızlık kimsesizliğin yalnızlığı değil. bu senin doğandan gelen bir yalnızlık. kaçsan da kurtuluşun yok. bu yüzden de zaten beni hep çok sevdin. ilk oyuncağın bile bendim senin. kaçmak istedikçe hep beni alırdın kucağına. doldur şimdi içimi tıka basa. çünkü bana her dokunduğunda önüne çıkan engin deniz senin mutluluğundur. ister gerçek olsun ister yalan. mutluluk mutluluktur."

çulu çaputu toplayan elis bir kez daha kapı gıcırtısının sesini duydu. bu defa sesi ilk sefer olduğundan daha sertti kapının.

bunun üzerine "anladım" dedi elis.

kapı aralanmıştı...

4 Mayıs 2010 Salı

gidin!,


başını dizime düşür uyu "korkular" içimden akıp gitsin!

estetik korkular,



büyükmekte değil ennihayetinde yaşlanmakta olan elis, kırık aynasının karşısına geçti. içinden geçen çığlıklar suskunluğunun katran gibi vücuduna yapışmasına neden oldu sadece.

sonra "ayna ayna söyle bana var mı benim kadar güzel bu dünyada?" diye sordu.

aynanın kırılacak yanı kalmamıştı ama yine de elis için son bir defa derinden gelen bir çatırdama sesi duyuldu.

az önce paramparça görmekteydi elis yüzünü. çatırdama sesinden sonra görücek bir yüzü de kalmamıştı artık. ayna tüm bedenini imha ettikten sonra ruhunu da alıp gitmişti.

"ah ne iyi! yaşlı suretime artık tahammül etmeyeceğim." dedi elis.

kendisine ayna tutan gerçekler, estetik kaygıları olmadan mutluydu.

çünkü estetik kaygılar sadece dışarlıklıydı.

"sanırım bana bakan birisi yoksa duruşumunda önemi yok" diye düşündü.

ama hala daha, sadece duruşu uğruna yaşayan yakışıklı yunan tanrıları vardı. onlara göre herkes onları izlemekteydi. kıpırdarlarsa estetiklerine halel gelirdi.

yeni yüzyılın estetik kaygıları nedeniyle yüzümüzle birlikte ruhumuzu da estetik operasyonlara teslim etmiş olduğumuz için bu olağan bir durum gibi görünmekteydi.

ama sadece diğerlerine? elis'e değil!

"şimdi pekiy aynaya baktığımızda gördüğümüz gerçek yüzümüz mü acaba?" diye düşünmekte olan elis birdenbire "benimki alabildiğince gerçek! ne ruhumda ne bedenimde saklanacak bir çirkinlik görmüyorum." diye bağırdı sesini duyurabildiği son noktaya kadar.

o yüzden geçen "zaman" aslında elis'i değil sadece ona bakanların gözlerini yaşlandırabilirdi. şayet estetik kaygıları varsa tabii!

"yaşlanan bedenim olsun buna seve seve katlanabilirim. ama cila çekilmiş ruhunuza hiç tahammülüm yok." diye kendi kendine konuşan elis, bu sinir harbinden sonra ıslanan elleriyle maskelediği yüzünü yavaşça yastığa koyarak güzel rüyalar görme umuduyla uykuya daldı.

* * *

estetik korkularınızı merak etmiyorum?

kirlenmiş, kırışmış ama sadece kendinizin olan ruh ve beden ikilinizle nelere cesaret edebileceğinizi merak ediyorum.

yaşamdaki şiarım merak etmektir.

ama durun durun korkmayın!

sadece merak. bundan başkası, daha fazlası değil...

merakta korkutur mu sizi yoksa?

1 Mayıs 2010 Cumartesi

yine mi çocuk?,



çoğu zaman sadece beğendiğimiz şeye ulaşma hevesiyle hareket ediyoruz. beğeniyoruz ve almak istiyoruz.

işte bu çocukça. alamadığımız zaman mızmızlanıyoruz. gerekirse ağlıyoruz da.

kim üzülür diye düşünmüyoruz. önümüzde dağ gibi engeller olsa yine de "o benim işte" edaları hiç eksik olmuyor beden dilimizden.

zaten bir canavarın karşısına çıkmaya kim cesaret edebilir ki sanki. tabii ki sadece bir çocuk. düşünüldüğü gibi korkmaz çocuklar canavarlardan o kadar da. hayat hakkında bu korkuyu sağlam temellere oturtacak kadar bilgiye sahip değillerdir bunun yanında.

en azından işlerine geldiklerinde.

bencillik değil mi bu aslında?

e zaten çocuklar da bencil yaratıklar değiller mi?

ama mutlular.

hepimizden daha çok hem de.

ama biz çocuk olmayalım olur mu oturalım öyle. büyüdük artık mutluluk neyimize.

öyle mi gerçekten?

canavarın karşısına çıkabilecek bir çocuk değil miydin sen?

ah neron ah,



ne yapıyorsa sevdiği için yapıyor demek yetmiyor bazen. çünkü insanlar sevdikleri zaman hep iyi şeyler yapmıyorlar.

neron'da karısını sevmişti. o kadar ki onu öldürdü.

beğenilmekte insana her zaman cazip gelmiyor.

aynı neron, beğendiği genç bir erkeği rızasını önemsemeden kendisine eş yaptı.

ve işte o neron sanata olan tüm düşkünlüğünü her zerresine kazıdığı o çok sevdiği şehir olan roma'yı da yaktı.

an be an intihar etmekteydi aslında.

ve neron öldü.

muhtemelen tarih sayfalarında nasıl yazılacağını düşünmek istemiyordu. ama biliyordu. yine de karşı koyamadığı zaaflarıyla aklına gelen her şeyi yaptı.

sonuçta o artık roma'yı yakan imparator olarak hatırlanıyor.

nasıl hatırlanmak istediğiniz önemli değilse sizin için, yakılacak ah kimbilir ne çok roma var!

yine de yarattığınız manzarayı izleyecek cesaretiniz yoksa neron kadar ne uğruna neyi yaktığınızı önceden düşünün.

ama neron öldü.

benim için.