31 Ocak 2010 Pazar

çok yorgunum bugün,




çok yorgunum bugün.




kolumu kaldırmak için bile yüz bin atlı askerin yardımına ihtiyacım var. yüzyıllardır aynı manzaraya bakıyor hep aynı kitabı okuyormuş gibiyim. ama ne manzaradan alabildiğim bir keyif ne de okuduğum kitaptan çıkarabildiğim bir mana var. az sonra bir seyahate çıkacağım. bir milyon ışık yılı uzaklığında hayal gibi bir kasabaya gitmeyi planlıyorum. az sonra evet. üç bin yıl sonra. ya çok hızlı geçicek bu süreç her defasında olduğu gibi ya da gitmeyi beklerken yaşlandığımın ve eskidiğimin farkında olmayacağım.




parçalardan bir bütünlük oluşturmak mümkün mü? her bir parça başka bir açı değildi aslında. bir başkasının bakış açısı değildi o parçalardan bir "ben" oluşturan. ucu çok sivri olan o parçaların hepsi bana batıyordu hep ve sadece benim etrafımı sarmışlardı.




bunun içinden çıkmam için de başkasının bakış açısına ihtiyacım olmadığını anladım. bir bütün oluşturmakta istemiyorum başkaları mutlu olsun diye.




ama bunun içinden çıkmalı ve bir de ben bakmalıyım dışardan. nedir bilmeden kendilerini mutsuz hissettirdiğim insanları açısı? aynı manzarayı izleyerek yorulmaktan iyidir hiç değilse!

23 Ocak 2010 Cumartesi

tanrı-insanlar,

etrafta ne kadar da çok tanrı-insan var hiç farkettiniz mi?

dağ gibi sırtlarına binmiş "ego"larıyla kendilerini taşımaktan aciz tanrı-insanlar.

çünkü kazık çaktık ya hayata acaba geri iadesi olmaz mı ziyadesiyle o çakılan kazıkların zamanın bir hediyesi olarak bize diye düşünür müyüz hiç?

hayatın duaları kadar bedduaları da vardır. sadece lanetli kullar değildir nasibini alan!

sarhoş olmanızı dilerim ,alkolik ve ayyaş olmanızı dilerim... insan bir kere ayık olmaktan istifa etmeye görsün...

o zaman bir ayyaşın görmeye muktedir olduğu şeyleri görüp çaktığınız kazıkların faiziyle iadesinden muaf olmaya hak kazanırsınız belki!

21 Ocak 2010 Perşembe

RESİM SANATI,


"hayır hayır benim resmimi çizemezsin" diyerek itiraz etti elis...
oysa ki ressam ısrarla onun yüzünü çizmek istiyordu. Önündeki tuvale odaklanarak elis'e ciddiyetini kanıtlamaya çalışıyordu.

"çizemezsin, çünkü benim bir yüzüm yok" dedi elis ve şöyle devam etti:

"çizdiğin insan suretlerine bir bak! hiç bana benziyorlar mı? benzemiyorlar çünkü onların belirgin dudakları, burunları ve kocaman gözleri var. ama bir de bana baksana, sadece kuru bir ruhum var... hal böyleyken niye hala beni çizmeye çalışıyorsun!"

elis'in konuşması sırasında vakit kazanan ressam elis'in resmini çizmeye başlamıştı bile. ama hayır çizemiyordu, olmuyordu bir türlü. elis'in yüzü çizdiği hiçbir insan yüzüne benzemiyordu. ve ilk defa sanatında başarısız olduğunu düşündü ressam... ama bunu elis'e hiç belli etmedi.

sonra elis ona şöyle söyledi:

"sen hep çizdiğin aynı suretleri çizmeye alışmışsın, yani sahip olduğun taklit yeteneğinin dışına çıkman mümkün değil. o halde ancak bir gün yüzü olmayan bir insana bir yüz çizebilirsen benim de yüzümü çizebilirsin... kolaycılık tuzağına düşmeden!"

ressam susmuştu. gerçek bir sanatçı olamadığının farkına vardı mı elis hiç anlayamadı... tuvalini sessizce toplayan ressam, onu gezenine götürecek kapının oda duvarında belirmesiyle oraya doğru yöneldi.

elis aldırmaz bir tavır takınmıştı ama göz ucuyla kapanmakta olan kapının aralığından baktı. anladı ki kapının ardı simsiyahtı.

o anda karanlığa karışan ressamın yeteneğindeki zaafı bulmuştu. zavallı ressam hayal gücünden tümüyle yoksundu. çünkü gezegeninin karanlığı onda hayal gücünü ortaya çıkaracak hiçbir eyleme izin vermiyordu.

ama en kötüsü ressam bunun hiç farkında değildi ve bilindik yüzler çizmeye devam edecekti...

15 Ocak 2010 Cuma

paris sıkıntısı,

Gönlüm rahat, çıktım dağın tepesine,
Hastane, Hapishane, kerhane, araf, cehennem,
Kent görünüyor tüm genişliğince,

Çiçekler gibi açar tüm aykırılıkları.
Boşuna gözyaşı dökmeye gitmezdim oraya,
Sen de bilirsin, ey Şeytan, kırık umutlarımın anası;

Kocamış bir kadının kocamış belalısı gibi
Sarhoş olmak isterdim o koca orospuyla,
Cehennem büyüsü gençleştirdi beni.

Sabah yataklarında uyu daha gönlün dilerse,
Ağır, karanlık, nezleli, gönlün dilerse dolaş
Altın işlemeli akşam perdelerinde,

Seviyorum seni, rezil başkent! Orospular
Ve haydutlar, sunduğunuz hazlar sonsuz,
Yazık ki anlamaz bunları bayağı inançsızlar.


Baudelaire

14 Ocak 2010 Perşembe

canavar,




çok korkmuştu elis... zavallı elis!

o gece ilk defa bir canavar uğramıştı yatağına. oysa ki köyde kaldığı o kadar zaman içinde başına hiç böyle bir şey gelmemişti. kulağına kötülükler fısıldıyor onu kendi gezenine götürmek istiyordu.

aslında elis uzun zaman önce son derece parlak ışıklarla bezenmiş, sokak taşlarına rengarenk şekerlerin döşendiği ve dans etmenin bir ritüel olarak gerçekleştirildiği bir gezegende yaşamıştı. Kendi gezegeninde yaşam enerjisini aldığı gökyüzünü kaybeden elis, birgün karanlık bir yolda bir yudum ışık bulmak için çaresizce yürürken Ellen'le karşılaşmıştı. "benim gezegenim çok renkli ışıl ışıl üstelik bir çocuğun isteyebileceği tüm şekerler orada var. benimle gelir misin?" diye sormuştu.

kısa süreli bir tereddütten sonra elis, Ellen'in elini tutmuştu ve "beni o gezegene götürebilirsin" demişti. gerçekten de Ellen'in dediği doğruydu. tüm bu renkler ve parlaklık elis'in gözünü almıştı. ama bu parlaklığın elis'in sonradan farkedeceği bir etkisi vardı. elis'in hafızası gittikçe bulanıyordu. oysa ki sabahları fındıklı kahve kokusu ve "swettness" diye fısıldayan Ellen'in sesiyle uyanıyordu.

elis'in hafızasının bulandığını farkeden Ellen, biraz da başka gezegenlere yapacağı ziyaretler nedeniyle elis'i çok iyi bildiği ve çocukluğunun geçtiği bir köye götürmeye karar verdi. hafızası zaten tam olarak yerinde olmadığı için ne geldiği yeri hatırlayan ne de gideceği yerden bi haber olan elis, bu defa titreyen ellerini uzattı Ellen'e...

işte böyle olmuştu köye gelişi.

sonra bir yeteneğe sahip oldu elis. hafızasını bir kere kaybetmek aslında onu daha da güçlendirmişti. artık sadece istediği şeyleri hafızasından silebilme yeteneğine sahip olmuştu. ve Ellen her mektup gönderişinde onunla ilgili bir anısını sildi kafasından. sonunda hiçbir anı kalmadığında artık Ellen'den da hiçbir mektup gelmez olmuştu.

belki de yalnız bıraktığını düşünmüştü Ellen'in onu... anlam veremediği kızgınlığının nedeninin bu olduğunu düşünmüştü. bir de hep başka bir dilde konuşmuştu onunla, ona artık bir çocuk olmaması gerektiğini öğütlemişti her defasında. söylediklerinden hiçbir şey anlamaz olduğunda elis, onu hafızasından tamamen silmeye karar verip kolayca silebilmişti. ama yine de çok ağlamıştı. tabii hafızasından her şeyi sildiği için bir türlü neye ağladığını bulamıyordu.

ama her yetenek gibi bu yeteneğinin de bir bedeli olduğunu sonradan anladı elis. hafızasından sildiği herşey bir gün aniden geri geldi. tek tek sildiği tüm bilgiler birgün biraraya gelerek kapısına dayandılar. biraz kaba oldukları için kapıyı çalmadan açıp içeri girdiler. ve hep bir ağızdan "bizi niye sildin!, bizi niye sildin!" diyerek üstüne yürüdüler.

elis herşeyi hatırlamaya başlayınca Ellen'i aradı bir an etrafında. sonradan kötü niyetli haberci kuşların onu "iyilik iksiri" ile zehirlediğini öğrendi. bu bilinen en tehlikeli ama en etkili iksirdi. Ellen'e bir de elis'in olmayan bir fotoğraf göstermişlerdi. oysa ki bu fotoğrafın gerçekle hiçbir ilgisi yoktu. elis hiçbir zaman o kadar çirkin olamamıştı çünkü.

elis buna çok şaşırdı. ama ne de olsa onlar sadece bir kuştu ve beyinleri de yoktu! üstelik haberci kuşlar çirkinlikleriyle de ün salmışlardı. beyinlerinin olmaması onları hergün biraz daha çirkinleştiriyordu. elis onların bu hastalığını düşünerek onlara çok acıdı. "ahh zavallıcıklar" dedi içinden.
*
sonunda elis o gece tüm bunları düşünerek canavarı unutmayı başarmıştı. canavarın özelliği unutulunca görünmez olmasıydı. ama elis biliyordu ki yine gelicekti.

o zaman gelene kadar uyumaya karar verdi.

13 Ocak 2010 Çarşamba

değişmek mi dedin?


değişmek evet değişmek...



maslow un gereksinimler hiyerarşisinde öngördüğü gibi ancak öncelikli ihtiyacını gidermeni sağlayacak şeye karşılık gelen nesnedir değil mi hayat? o zaman çekiçsen sen eğer yalnız, bir çiviye gereksinimin vardır bu yaşamda...



"Eğer sahip olduğun tek şey bir çekiçse herşeyi bir çivi olarak görürsün. "



Ama işte o gereksinimi karşıladığında bir üst seviyeye geçmek mümkün müdür her zaman? Maslow bunu da açıklamıştır mutlaka ama... o değil benim demek istediğim.



asla bir üst seviyeye geçemeyen insanlar var ya hani... onların hep sadece bir çekiçleri var ve nedense önlerine gelen herşeyi hep bir çivi olarak görmekte ısrarlılar!



o kadar yozlaşmışlar ki "kendini gerçekleştirme" katına ulaşmaktan çok uzaktalar...



ama benim demek istediğim bu da değil aslında...



tüm bu herşeyi çivi olarak gören insanlar arasında ben değişime ihtiyaç duydum mu? evet duydum... değiştim mi? ona da evet...



ama hiçbir şeyi eksiltmek için değildi bu değişim. her dönüşüm kadar sancılı olsa da, sonunda yine sadece bir çekice sahip olmaktan çok daha fazlasına sahip oldum bu yaşamda eğer bilmek istersen...



o kadar şanslıydım ki Tanrı yanımda sadece doğru insanları bıraktı bu basit çıkarma işleminde. ki en iyi sen bilirsin benim matematiğim pek parlak değildir aslında.



görmek istediğin gibi bir sıfır değilim yine nefret doldurmak istediğin kalbinde biliyorum.



hem sence herşey değişse de geçmiş değiştirilebilir mi ki?



benim için sabahları fındıklı kahve kokan geçmişini sevebilir misin biraz da olsa....



sweetness...

10 Ocak 2010 Pazar

"büyük bina"




elis, o gün köyde ilk defa daha önce hiç görmediği sert bir malzemeden yapılmış çok yüksek bir bina olduğunu keşfetti . bu bina inanılamayacak kadar yüksek ve görkemliydi. şaşkınlığına binaya karşı duyduğu soğukluk ama bilinmeze duyduğu hayranlıkta eklendi.




eve döndü sonra elis. aynaya baktığında birden ilginç bir şekilde bacaklarının ve kollarının uzadığını, gözlerinin irileştiğini ve kafasının büyüdüğünü farketti. anlam veremediği bu olağanüstü durumun ne olduğunu hemen sonra anlamıştı : "Büyüme hastalığı!"




aslına bakılırsa köy halkı bunu pek önemser gibi görünmüyordu. elis yolda ne zaman birisini görse ve kaygılarını anlatmaya çalışsa hepbir ağızdan aynı sözleri duyuyordu: "Büyüyorsun elis!" evet genellikle bunu söylerken ağızların kulaklara vardığı ve tüm dişlerin parlayarak sergilendiği bir gülme ifadesi bulunuyordu insanların suratlarında ama elis bunun hiçte "normal" bir durum olmadığının farkındaydı.




bununla birlikte herkes gibi hastalığını gayet normal karşılayan halktan birtakım bilge kimseler onun artık evden çıkması, masal kitapları okumaması ve okuduklarını da aleni bir şekilde başkalarıyla paylaşmaması gerektiğini öğütlüyordu. küçük bir ayrıntıydı ama herkesin işaret parmağıyla o binayı göstermesi de artık iyiden iyiye elis'in canını sıkıyordu. üzerindeki baskı giderek artıyor üstelik bir de buna olağanüstü fiziksel değişimine engel olamaması ekleniyordu. çok acı çekiyordu....


*



bir gece elis uyumak üzereyken ansızın evin kapısı açıldı. elis, kapının önünde kendiliğinden bir su yolu oluştuğunu gördü. suya bıraktı kendini sonra ve su onu doğruca "büyük bina"nın önüne taşıdı.




evet evet daha önce hiç böyle bir şey görmemişti artık emindi. biraz inceleyince arkasında birçok binanın daha yığılı olduğunu gördü. baktıkça kendi gözlerine olan inancını yitirecek manzaralarla karşılaşıyordu. Binanın yapıldığı malzeme gerçekten çok sertti. oysa ki elis'in evi yumuşak meyve kabuklarından yapılmıştı. Kocaman cam bir kapı içeriyi seyre imkan veriyordu. Bir sürü masa ve her masa başına düşen bir sandalye elis'in dikkatini çekti. masalar ve sandalyeler ne kadar da yalnızdı... uykuya daldı elis.




sabah yatağında uyanmıştı. korkuyla kalktı yatağından ve koşarak "büyük bina"nın olduğu yere gitti. binaya hüzünlü bir hayranlık duymaya başlamıştı. "yalnız" masa ve sandalyeleri bu defa "yalnız" insanlar doldurmuştu. çok kalabalıktı. öyle ki kalabalığın sonunu görmeye çalışmış başaramamıştı. koridor uzayıp gidiyor sonu görünmüyordu.




ama onun gözü kapı girişindeki adama takılmıştı. adam hayatında gördüğü en ciddi ifadeye sahipti. ciddiyetinden anladığı kadarıyla çok işi olmalıydı. zaten bakışları koridor gibi sonsuzluğa uzanıyordu. hareketlerinden öyle anlaşılıyordu ki işlerinin hepsini hem hemen bitirmeliydi hem de hiç bitmeyecekmiş gibiydi. orada oturmak istedi elis. o adamın oturduğu masaya sahip olmak istedi. sonra michelle'le olanları paylaşmak üzere oradan ayrıldı.




o gün michelle ve elis her zaman olduğu gibi bir kır gezintisine çıktılar. michelle olanları bilge bir sessizlikle dinledi. michelle hiç şaşırmamıştı. uzun uzun elis'e baktı ve evet elis'in bilmediği bir şeyler düşünüyordu ona bakarken. sonra michelle ona şöyle söyledi:




"bütün köy halkı sana büyük binayı işaret ediyor. ve sen orada o masada oturmak için özünde soğuk olan hüzünlü bir tutku duyuyorsun. ama elis o binaya girersen her yıl bir kat daha çıkmak zorunda olucak ve en tepeye varmak için ömrünü orada geçirmek zorunda kalacak ama asla o binanın sahibi ve mutlu olamayacaksın..."




sonra şaşırtıcı bir teklifte bulundu michelle ve elis'e köy halkının meraklı bakışlarından kurtulması için "köyün delisi" olmasını önerdi. insanların anlam veremedikleri şeyler konusundaki merakları uzun süre devam etmiyordu.


çocuk bedenini geri kazanmasının tek yolu buydu. elis belli etmemeye çalıştı ama aslında bu çok hoşuna gitmişti ve o an uzuvlarının birdenbire eski boyutlarını aldığını vücudunun normale döndüğü farketti.




yine de emin değildi. anlık bir iyileşmeydi bu, hastalığı yeniden tekrarlayabilirdi ve köy halkının bakışları giderek sertleşiyordu...




9 Ocak 2010 Cumartesi

metafor yağmuru,



sen gecenin ışıltılı sokaklarına dalarken ben karanlık ara yollarına saptım. insanın gece vakti bilmediği yollara girme özgürlüğü o kadar da yokmuş aslında...


"durum" gerçeği açıklamak ve anlatmaktan o kadar uzaktı ki o ara sokakta bilmediğim yıkık bir evin önünde başıma metaforlar yağdı. bu defa altlarından kalkıpta doğrulamadım.


ezildim sanırım bu defa... hepsi ordaydı çünkü ama gerçekler yoktu. ilk defa herşey "çok" ama çok gerçek olsun istedim!


8 Ocak 2010 Cuma

michelle'in erdemi,

elis her gece uyumadan önce yaptığı gibi Tanrı'ya dua edip ondan birtakım dileklerde bulundu. Tanrı o gece mucizevi bir şekilde elis'e ses verdi.

ve ona dedi ki : "elis, sen Tanrı olsaydın sana ne verirdin?"

uzun bir sesizlikten sonra hiçbir şey isteyemedi elis.

"en zoru insanın kendi kendisinin yargıcı olmasıymış" diye düşündü. ne bir ceza verebiliyordu kendine ne de bir ödül.

eylemlerini düşününce ya çok mutlu oluyordu ya da çok acı çekiyordu. ama bu eylemlerinin karşılığını bulamıyor ve bir türlü sonuca varamıyordu.

adaletin terazisinin en ağır bastığı yer insanın kendi vicdanıydı aslında. kararsızlığının bedeli bu terazinin ağırlığı altında ezilmek oluyordu her defasında.

her kararsız kaldığında Tanrı elis'i yalnız bırakıyordu.

aslında Tanrı sadece bir soru sorarak "karar verme yetisi" ve "adil olabilme gücü"nü armağan etmişti ona. yalnız şunu da şart koşmuştu. adil olmak her zaman "iyi" olmak değildi. "iyi"likle adaleti hiçbir zaman karıştırmayacaktı.

adalet, sonucu "kötü" bile olsa en adil kararı verebilmekti.

yüzyıllar boyunca filozoflar adalet, iyilik ve kötülük kavramlarıyla uğraşmışlardı.

elis ise sadece yaşayarak bu kavramları fiili olarak deneyimleme şansına sahip olduğunu görünce Tanrı'nın ona ne büyük bir yeti bahşettiğini daha iyi anladı.

*

elis uzun bir süre önce; ona mor renkli şekerden yapılmış çiçekler, çikolatadan yapılmış bir ağaç ev ve içinde bir çocuğun isteyebileceği tüm oyuncakların bulunduğu sihirli bir kutu hediye etmiş olan Michelle'e karşılık olarak kalbini vermişti. ve ondan tek bir şey istemişti: yeniden ihtiyacı olana kadar onu saklaması ama ona hiç dokunmaması!

Michelle için bu imkansızdı. kalbe sahip olmanın mutluluğu ile ona dokunamamanın verdiği acı birbirine karışmıştı. ama Tanrı tarafından ona da bir yeti armağan edilmişti: "erdem"

o ana kadar aslında elis'in bir adı yoktu. çünkü o "köy"de bir isimle yaşamayı haketmenin tek yolu gerçek bir sevgiye içten bir karşılık vermekti. öyle ki köydeki birçok kimsenin halen gerçek bir adı yoktu.

Michelle ona adının ellis olmasını önerdi. elis'de bunu kabul edip adının içindeki "l" harfinin birisini ona hediye etti. böylece Michelle'e borçlu kalmayacaktı. Michelle'de istemeyerekte olsa onu alıp ikinci adının sonuna ekledi.

ilginç olan şuydu ki Michelle o kalbe gerçekten hiç dokunmadan sakladı... aslında sadece elis için ilginçti bu...

elis sonunda bunun "adil" olmadığına karar verdi. ve adını geri vermek istediğini açıkladı. evet belki isimsiz olarak kalıcaktı ama kendine bahşedilen yeteneği de görmezden gelemezdi.

hem daha önceden birçok kez bu kalbi başkalarıyla da paylaşmıştı. onları düşününce çok uzun bile sürmüştü bu sessiz bekleyiş. çünkü deneyimlerine göre Michelle'in bu kadar uzun süre beklemesi olağandışıydı. ama bu sessiz bekleyişin bir türlü sonu gelmiyordu. ve elis yargıç kıyafetini giyip "kayıtsız şartsız doğru olan" kararını açıkladı.

Michelle kalbi vermeyi kabul ediyor ama elis'in adını asla almıyordu. çünkü o zaten elis'in ona verdiği kalbi değil elis'in bir adı olmasını ve ona verdiği adı seviyordu.

elis ise bunu anlamaktan uzaktı. kararını vermişti ama o gece çok ağlamıştı. Tanrı onu yine yalnız bırakmıştı. ağlamıştı çünkü daha önce "karşılıksız alma"ya dayanan bir durumla karşı karşıya gelmemişti. peki şimdi karşılıksız almak mı daha adil di yoksa karşılıklılığı düşünerek bir insanın değerlerini ezip geçmek mi?

elis o gece michelle'in de gizil bir güce sahip olduğunu anlamıştı. bunun ancak Tanrı'nın armağanı olabileceğini tahmin ediyordu.

hissettiğine göre adil olması sonucunda elde edeceği yalnız kendi vicdani rahatlığı olacaktı. bunu çok bencilce buldu. ve herşey yine eskisi gibi kaldı.

elis o gece o kadar çok şeye sahip olmuştu ki... gerçek bir ağlayış, karşılıksızlığın olanaklılığı, köydeki tek çocuk olmamanın verdiği oyun özgürlüğü, özgürlüğün tek olmakla ilintisizliği...

iki kişilik özgürlük ve uçsuz, bucaksız bir oyun alanı...

ama sadece Michelle'e Tanrı tarafından bahşedilmiş yeti sayesinde......
:)

6 Ocak 2010 Çarşamba

"delirmekte bir meziyettir, hem de kabiliyet gerektiren bir meziyet."




delirmekte bir meziyettir...

bu kadar "akıllı" nın arasında hem de çok "değer"li bir meziyet!!!
aklı olanlar "deli" bence de mesela. insanlar kendilerine çok büyük anlamlar atfediyorlar da ondan "deliliği" bu kadar azımsıyorlar.

"cehalet mutluluktur"

delirmek ve bu hayatın bilgisinden kurtulmak bağımsızlığını ilan etmektir. hiçbir şey bilmemek bu hayata dair, kendi bildiğin hayatı yaşamak yalnız ne büyük bir özgürlük... tüm şu kendini bilmez akıllılardan kurtulmak ne büyük bir erdem...

yoruldum, çok yoruldum "akıllı"lardan... delirmek ve bağımsızlığımı ilan etmek istiyorum!!!
nasıl olur acaba?

başıma gelen her kötü olaya gülerek cevap vermem buna keramet olabilir mi ki:) yaşamsal tepkileri ters yüz etmek. yaşadığın kafa neyse gerçek hayata o yönde tepkiler vermek ve gerçek hayatı şaşırtmak!

4 Ocak 2010 Pazartesi

elis'in büyülü kılıcı,


elis: var gücünle saldır bana!

aslında elis savaşmak istememiştir. ama bilmektedir ki "kötüler kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlar."

"X" bekleneni yapar. tüm gücüyle elis'e saldırır. elis'in sahip olduğu gizil güçten haberi yoktur. yaşamda sahip olunabilecek tüm güçlere kendisinin sahip olduğunu sanmaktadır. çünkü onun keskin kılıçlara sahip sayısız adamı ve yıkılmaz sandığı bir sarayı vardır.

elis kendisine yapılan saldırıya son bir kılıç darbesiyle cevap verir.

X: daha önce alay ettiğim için özür dilerim...

elis: (gözyaşları içinde) kabul edildi...

ağlar elis. çünkü intikamına karşılık gelebilecek bir düşmanı kalmamıştır. intikamıyla "O" artık bu dünyada yapayalnızdır.

sonra ağlayarak uyanır elis sabaha karşı. savaşmamıştır aslında. tüm savaşı bir rüyadan ibarettir. düşmanları kanlı canlı orada gerçek dünyadadırlar. güneşin doğuşuyla birlikte ona yeni kötülükler yapmayı planlamaktadırlar. içten içe sevinir buna. bir an yaşamının hiçbir anlamının kalmayacak olması onu çok korkutmuştur çünkü.

ama onun sahip olduğu gizil bir gücü vardır. her zaman açığa çıkarmadan sakladığı özel bir kılıcı. düşmanları olmasa kılıcının da bir anlamı kalmayacaktır aslında. o yüzden düşmanlarına kılıcından daha fazla sahip çıkar.

ama illa ki savaşa girmek isterse uzun uzadıya düelloya girmek elis'in sevdiği bir savaş taktiği değildir. o sadece saldırı anını bekler ve tek bir kılıç darbesiyle düşmanını öldürür. yani anlayışı ilk saldırının tek saldırı olarak kalmasıdır.

kılıcıysa çok keskin ve özel güçlere sahip bir kılıçtır. o kadar keskindir ki düşmanın bir ikinci hamlesine fırsat bırakmaz. düşmanın ölümden önce gördüğü son sahne, sadece kılıcın büyülü ışıltısı olur.

yine de elis, düşmanın çamurlu kıyafetleriyle yerde uzanmış bu halini görünce zavallılık içindeki ölümüne üzülür. insan öğrenmediği bir şeyi benimseyemez çünkü. başka şeylerin doğasına doğduğu için savaşmanın doğasını hiç kavrayamamıştır.

yeni doğan günle beraber doğru bildiği şeyleri öğrenmeye devam edecek olan elis, artık bu savaşlardan bahsetmemeyi bir ilke olarak benimser.

gerçekten zarar göreceği bir saldırı gelene dek kılıcını hep saklayacaktır...

1 Ocak 2010 Cuma

zaman kıskacı,


daha ilk "gün"den yoruldum. düştüm kalktım ilk günden. yürüdüm, koştum. indim, çıktım. usandım ara ara umutlandım ilk günden.



iyi ki zamanı parçalarına bölüyoruz, sınıflandırıyoruz. yoksa "dün"ün "bugün"den tek farkı dünün dün, bugünün de bugün olması sadece. saatlerse hep "yarın"a ayarlanmış.



gün, dün, bugün, yarın... zamanı böyle parçalara ayırmasak umut edicek bir şeyimiz de kalmayacakmış. "yarından çok umutluyum." lar falan. komik:)



kendinden bir umudun var mı ondan haber ver. yarın sana napsın ki her şeyi yarına bırakmışsın mesela. zira bugünden sonraki günün adının yarın olması içinde iyi bir gelecek vaadi taşımıyor.

dünün bugünden farkı yoksa "yeni" olan bir şey de yok demek ki. senin bugün dediğin dünün basit bir tekrarı. birgün de plan yapmasan umut etmesen olmaz mı? öylesine yaşasan ve rahat bıraksan kendini tek bir gün...

farkındayım çelişkiler içindeyim :)



benim içinse "daha düne alışmadan bugün oldu" :(



artık zaman çok hızlı akıyor. eskiden daha yavaşmış. insanların yapacakları bu kadar karışık işleri yokmuş.



zaman algısını ve ona ait kavramları bir yana bırakıyorum. benim yine yapılacak işlerim, halledilecek sorunlarım, keşfedilecek yenilerim, okunacak kitaplarım, gidilecek yerlerim vesaire... "önce", "şimdi" ve yarın bunlar hep olacak.



kaçıyorum ki, zaman beni yakalayamaz!!!