elis her gece uyumadan önce yaptığı gibi Tanrı'ya dua edip ondan birtakım dileklerde bulundu. Tanrı o gece mucizevi bir şekilde elis'e ses verdi.
ve ona dedi ki : "elis, sen Tanrı olsaydın sana ne verirdin?"
uzun bir sesizlikten sonra hiçbir şey isteyemedi elis.
"en zoru insanın kendi kendisinin yargıcı olmasıymış" diye düşündü. ne bir ceza verebiliyordu kendine ne de bir ödül.
eylemlerini düşününce ya çok mutlu oluyordu ya da çok acı çekiyordu. ama bu eylemlerinin karşılığını bulamıyor ve bir türlü sonuca varamıyordu.
adaletin terazisinin en ağır bastığı yer insanın kendi vicdanıydı aslında. kararsızlığının bedeli bu terazinin ağırlığı altında ezilmek oluyordu her defasında.
her kararsız kaldığında Tanrı elis'i yalnız bırakıyordu.
aslında Tanrı sadece bir soru sorarak "karar verme yetisi" ve "adil olabilme gücü"nü armağan etmişti ona. yalnız şunu da şart koşmuştu. adil olmak her zaman "iyi" olmak değildi. "iyi"likle adaleti hiçbir zaman karıştırmayacaktı.
adalet, sonucu "kötü" bile olsa en adil kararı verebilmekti.
yüzyıllar boyunca filozoflar adalet, iyilik ve kötülük kavramlarıyla uğraşmışlardı.
elis ise sadece yaşayarak bu kavramları fiili olarak deneyimleme şansına sahip olduğunu görünce Tanrı'nın ona ne büyük bir yeti bahşettiğini daha iyi anladı.
*
elis uzun bir süre önce; ona mor renkli şekerden yapılmış çiçekler, çikolatadan yapılmış bir ağaç ev ve içinde bir çocuğun isteyebileceği tüm oyuncakların bulunduğu sihirli bir kutu hediye etmiş olan Michelle'e karşılık olarak kalbini vermişti. ve ondan tek bir şey istemişti: yeniden ihtiyacı olana kadar onu saklaması ama ona hiç dokunmaması!
Michelle için bu imkansızdı. kalbe sahip olmanın mutluluğu ile ona dokunamamanın verdiği acı birbirine karışmıştı. ama Tanrı tarafından ona da bir yeti armağan edilmişti: "erdem"
o ana kadar aslında elis'in bir adı yoktu. çünkü o "köy"de bir isimle yaşamayı haketmenin tek yolu gerçek bir sevgiye içten bir karşılık vermekti. öyle ki köydeki birçok kimsenin halen gerçek bir adı yoktu.
Michelle ona adının ellis olmasını önerdi. elis'de bunu kabul edip adının içindeki "l" harfinin birisini ona hediye etti. böylece Michelle'e borçlu kalmayacaktı. Michelle'de istemeyerekte olsa onu alıp ikinci adının sonuna ekledi.
ilginç olan şuydu ki Michelle o kalbe gerçekten hiç dokunmadan sakladı... aslında sadece elis için ilginçti bu...
elis sonunda bunun "adil" olmadığına karar verdi. ve adını geri vermek istediğini açıkladı. evet belki isimsiz olarak kalıcaktı ama kendine bahşedilen yeteneği de görmezden gelemezdi.
hem daha önceden birçok kez bu kalbi başkalarıyla da paylaşmıştı. onları düşününce çok uzun bile sürmüştü bu sessiz bekleyiş. çünkü deneyimlerine göre Michelle'in bu kadar uzun süre beklemesi olağandışıydı. ama bu sessiz bekleyişin bir türlü sonu gelmiyordu. ve elis yargıç kıyafetini giyip "kayıtsız şartsız doğru olan" kararını açıkladı.
Michelle kalbi vermeyi kabul ediyor ama elis'in adını asla almıyordu. çünkü o zaten elis'in ona verdiği kalbi değil elis'in bir adı olmasını ve ona verdiği adı seviyordu.
elis ise bunu anlamaktan uzaktı. kararını vermişti ama o gece çok ağlamıştı. Tanrı onu yine yalnız bırakmıştı. ağlamıştı çünkü daha önce "karşılıksız alma"ya dayanan bir durumla karşı karşıya gelmemişti. peki şimdi karşılıksız almak mı daha adil di yoksa karşılıklılığı düşünerek bir insanın değerlerini ezip geçmek mi?
elis o gece michelle'in de gizil bir güce sahip olduğunu anlamıştı. bunun ancak Tanrı'nın armağanı olabileceğini tahmin ediyordu.
hissettiğine göre adil olması sonucunda elde edeceği yalnız kendi vicdani rahatlığı olacaktı. bunu çok bencilce buldu. ve herşey yine eskisi gibi kaldı.
elis o gece o kadar çok şeye sahip olmuştu ki... gerçek bir ağlayış, karşılıksızlığın olanaklılığı, köydeki tek çocuk olmamanın verdiği oyun özgürlüğü, özgürlüğün tek olmakla ilintisizliği...
iki kişilik özgürlük ve uçsuz, bucaksız bir oyun alanı...
ama sadece Michelle'e Tanrı tarafından bahşedilmiş yeti sayesinde......
:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder