31 Mart 2010 Çarşamba

pamuk şekerli yol,



bir zaman kayması olmuştu... köy bir kararıp bir pembeleşti o an. evinde yalnız başına her zamanki gibi manzarayı izlemekte olan elis, koşarak pencereye doğru yöneldi.

o kadar anlık gelişti ki her şey elis'in çocuk beyni bunu algılamaya yetmedi. ya da o öyle sanıyordu. bunu anlamak zor. ama ilginç olan şu ki bu sırada geçmişteki anılar şekil değiştirmişti. zaman fırtınaları bir insanın algı düzeyinin çok üzerinde gerçekleşir fırtınadan geriye yolculuk sırasındaki izlenimler kalırdı.

oysa ki onlar hiç yardımcı olmazlar insana daha çok kafa karıştırırlar aslında.

ama bu defa elis, fırtınadan kalma kaosu sevmişti. bir kararıp bir pembeleşen köyün sureti ennihayetinde onun en sevdiği renge dönmüştü. bu renge kendini bırakmamak imkansızdı. sonuçta eskilerini bozup tekrar yapmak suretiyle anılarına yeni bir şekil vermekte hoşuna gitmişti. çocuk elis, oyunları seviyordu işte...

ama haklıydı anıların şekli aynı içeriği bambaşkaydı artık. bazen benzer şeyler birbirlerinden nasıl da başka olabiliyorlardı böyle.

bunun yanında evine giden yol pembe pamuk şekerinden yapılmış ağaçlarla bezenmişti.yalnız bir tek bunu anılarında bulamamıştı. bu tamamen yeni bir ayrıntıydı.

yürüdü o gün o yolda uzun uzun... yolun sonunda kim ya da ne olacağını ilk defa hiç düşünmedi.

nasıl olsa köy halkından çatık kaşlı birisi mutlaka yol sonunda beklerdi. yolda yürümek değil bunu düşünmek delilikti.

belki zamanı anlamaya çocuk aklı ermiyordu ama bir çocuk kalbi her şeyin üzerindeydi. bir yetişkinin kalbi bunu anlamaya yetmezdi.

o yolda elis'le birlikte ancak yolun sonunu düşünmeyecek olan bir oyun arkadaşı yürüyebilirdi belki.

hep yürünücek bir yol değildi nasıl olsa. yüz yılda bir kere işte... öyle ya gerçek hayatta oyuna çok da fazla yer verilmezdi.

elis'in çocuk kalbi bunu anlamaya yetmezdi.

29 Mart 2010 Pazartesi

gerçeklik yapılabilen bir şey midir?



"bir şeyin gerçek olduğuna inandığında gerçek oluyormuş o." diye duymuştu elis bir bilgeden.

elis, gerçekleşmeyen tüm hayallerini inançsızlığına borçlu olduğunun farkına vardı bir gün. bunu iyice anlamak için bir oyun oynadı sonra. gerçek yapılabilen bir şeymiş iki göz ve kuvvetli inançta gerekli olan malzemeler. o halde...

bir şey düşündü ve gerçek olduğuna inandı tüm ruhuyla. böylece düşündüğü şeye bir beden armağan etmiş oldu. artık o kanlı canlı karşısında durmaktaydı.

sonra aynı şeyin hiç gerçekçi olmadığını düşündü yine tüm ruhunu vererek. bedeni olan o şeyin birden hayal olup uçtuğuna şahit oldu bu defa.

yani gerçeklik bakmakla ilgiliydi sadece. böylece yüzyıllarca izlemekte olduğu ama farkedemediği şeyleri birden görüvermeye başladı. çok şaşırdı... nasıl oluyordu da onca zaman boyunca baktığı şeyler böyle birdenbire değişebiliyordu.

belki de bakmayı unutmuş, görmesini bilememişti. bir de baktığı şeylere olan inancının zayıflığı onu bu zaafa sürüklemişti.

ama tüm bunların dışında şunu da hiç unutmadı: bir şeyin gerçekliği onun görünen hali kadar doğasında yatmaktaydı. yani bazı şeyleri görmek için iyi bakmak gerekirken başka şeyleri görmek tamamen onların kendilerini nasıl göstermek istediğiyle ilgiliydi.

yoksa yüzyıllarca baksa bile onlara gerçeklik kazandırmasının imkansız olduğu şeyler de vardı.

ve bu çok ince bir çizgiydi. gerçek olmasını istediği şeylere dikti gözlerini. bakmaya başladı dikkat kesilerek. gerçekleşmesini beklemeye koyuldu. ince bir çizgiydi çünkü asla gerçekleşmeyecek olan şeylere bakarsa yüzyılların geçip gittiğini farketmeyebilirdi.

onların kendilerini nasıl göstermek istediğini de anlayarak bu yolla ya gerçekliğe kavuşacak ya da bu anlamsız bekleyişi son bulucaktı.

ama bu konuda karar alırken sonsuza kadar beklememek için güvenebileceği tek yardımcısı sezgileriydi.

neyse ki bunca zaman onu yanıltmayan çok az şeyden biriydi sezgileri.

gözlerindeki merceği değiştirdi. şimdi geniş açıyla görüyordu. baktığı yön daha açık, daha net ve daha az kasvetliydi artık.

odaklanmak için baktığı şeyin görünür olmasını beklemeye koyuldu.

28 Mart 2010 Pazar

Mana-sız-sınız,



unutmak, unutulmak, unutturmak, unutturulmak.

unutmak için hap içmek bilmeden intihar etmektir aslında.

unutulmak başka bir şey... ama sonuçta o da unutmayı gerektireceği için ona da çeşitli haplar üretilmiş. unutturmak korkmakla ilgili ya da kendi kendine aldığın kararla. genelde karşındakinin rızasını almadan biraz da karşılıklılık esasını çiğneyerek kendi bildiğini okursun. ama nolursa olsun bumerang gibi gider döner sana çarpar. şansın varsa teğet geçer yoksa tam suratının ortasına isabet eder.

benim genelde suratıma çarpıyor. o yüzden ilaç kullanmayı reddediyorum çoğu zaman. samimiyetsiz buluyorum daha doğrusu. bir şeyin ilacı yine başka bir şey olmuyor. illa ilaç olucaksa bir şey yine unutmaya çalıştığın şeyle aynı cinsten bir şey olmalı.

yaşıyormuş gibi yapıp bir yandan da intihar ediyor olmak niye?

bir film vardı. kadın daha az sevilmekten korktuğu için sevgilisini ansızın terk eder. çünkü sevgilisinin başkasını sevmesinden korkar. o kadar güzel kadın ve o kadar çok seçenek vardır ki... sonunda estetik yaptırır ve başka bir yüzle geri döner. adam onu unutmuştur hesapta. oysa başka bir yüzle döndüğünde de yine sevdiği o kadın olur. daha az güzel olmaktan korkmak ve unutturmak kendini, yüzünü...
sonra dönmek ve aynı şekilde sevilmeyi beklemek. bu bir şans, büyük bir şans. böylesi olunca da "film" oluyor işte.

bir film daha vardı. onda da kadın ilişkinin rutininden sıkılıp ilişkisiyle ilgili anılardan kurtulmak için hafızasını sildirir. sonra da intikam için aynı şeyi adam tekrarlar. ama sonuçta yine karşılaşırlar ve yine birbirlerini severler.

bunlar bumerang etkisine sadece iki örnek. ama film oldukları için sonuçta doğalarında "olağanüstülük" taşıyorlar. peki bu iki örnekte de bu insanların yaşadıklarına dair bir bulgu var mı? yaptıkları şey düpedüz intihar.

yüzü de değişsse onunla olan anıların da silinse tekrar aynı tutkuyla sevebileceğin birisi var mı hayatında? onunla karşılaşma ihtimalin yüzde kaç peki?

bugün elimde unuttuklarım var. unutmaya çalıştıklarım, unutur gibi olduklarım, hatırlamakta zorlandıklarım, unutacaklarım var bir de...

daha dün ancak sahiplendiğin bir duyguyu bugün unutmak var bir de. daha hiç tanımadan, anı yapmaya yetecek köprüleri kurmadan unutmak... en saçması da bu işte. olmamış bir meyvayı dalından koparmak gibi.

demek istediğim o ki unutmakla ilgili olan herhangi bir rahatsızlığın çaresini onun dışındaki yabancı bir maddede aramak saçma. hayatta insanın kendisini bırakmasının en doğru olduğu durumlardan birisi de bu sanırım.

eğer illa ki hafızamı siliceğim diyorsan bırak bunu hafızan yapsın.

bir de ruhunu dışarıdan sızabilecek yabancı maddelerden ve hep bir örnek olan davranış tarzlarından koru ki anıların silinirken yüz ifadendeki anlam baki kalsın.

yoksa bu meretin en korkunç yan etkisine maruz kalırsın: Mana-sız-lık.

27 Mart 2010 Cumartesi

bulutlara dokundum,



köyde yapılan her maskeli baloya katılmıştı elis...

her gece yorgun ağlamaklı bir ifadeyle eve dönüşünde maskesini başucuna koyup ağlamıştı ve de... evinin sıcaklığını her hissettiğinde dışarının ayazı onu daha da bir üzer olmuştu. yorulmuştu bu büyük eğlencelerinden.

bunlar ruhu taze bedeni daha tam oluşmamış çocukların kaldırabileceği türden eğlenceler değildi aslında. ama ona hep büyümesi gerektiğini öğütleyen bir uğultu vardı rüzgarın sesinde. her gece elis yatmadan önce bu uğultuyu dinleyerek uyumayı adet haline getirmişti. maskeli balolar onun büyümesine katkıda bulunan ritüellerdi işte. en güzel kıyafetler giyilir, yüzü en iyi saklayan maskeler seçilir ve en çok "miş" gibi yapana türlü ödüller verilirdi. herkes ağzı kulaklarında karışırken gecenin karanlığına elis hep daha yalnız ve çocukluğundan daha uzaklamış olarak dönerdi sıcacık yatağına...

sonra sıcacık evi buz gibi olur yatağı da küserdi yaşadıklarını düşünerek uyuyamasın diye elis...

dün gece ilk defa maskeli bir baloya maskesiz gitmiş ve bu sayede yatağından uyku öncesinde çocukça hayaller kurması için izin koparabilmişti.

hayalerinin sıcaklığıyla uyuyunca rüyasında bulutlara dokunabilmişti üstelik ilk defa!

elini tuttu bulutlar bir daha hiç bırakmayacaklarmış gibi sanki.

"katıldığım ilk maskeli balodan sonra yaşadığım acıyı dindirdiniz sizinle şimdi ben çok mutluyum. o yabancı karanlık maskeli adamlar da eve gidince benim gibi maskelerini çıkarınca acıdan ağladılar biliyorum" diyerek konuşmaya başladı bulutlarla.

inandıklarını değil gerçekten inanmak istediklerini söyledi. ahhh şu bulutlara kendini biraz inandırabilse onu maviliklerine alıcaklardı ve onları beraber yolculuğa çıkmaya ikna edebilecekti belki.

"biliyorum" dedi.

"gördünüz siz de o karanlık maskeli adamla dans ettiğimi. ama eve gidipte yüzümüzdeki ağırlıklardan kurtulunca ikimizde ağladık. evet evet gerçekten o da ağlamış olmalı" diye devam etti.

bunları söylerken bulutların gözlerinin içine hiç bakmadı. kaçamak bakışlarını gökyüzünden yeryüzüne indirdi suçlu suçlu.

"maskelerimizle çok mutluyduk. önce birbirimizle sonra birbirimizi görmezden gelerek başkalarıyla dans ettik. ama o geceden sonra ikimizde maskelerimizi çıkarıp ağladık, öyle değil mi?" diye seslendi karanlık maskeli adama.

cevap alamadı.

sonra sıcacık bir el dokundu yüzüne. bulutların geçmişi hiç önemsemeyeceğini anlattı ona saniyelik bakışlarıyla uzun uzadıya... önce başını göğsüne yasladı elis o adını bilmediği bulutun. sonra bütün vücudunu o heybetli gövdeye bırakıverdi...
*

sabah uyanınca çokça uyumuş olduğunu farkeden elis bulutların kaybolmasına hiç üzülmedi. çünkü uzun süredir ilk defa bu kadar ruhunu bedeninde hissederek uyumuştu.

bir de ayırdına vardığı bir gerçek vardı.

maskesini ne zaman çıkarsa artık elini her uzattığında bulutlara dokunacaktı.

25 Mart 2010 Perşembe

neşterin tadına varmak,



acısız hemen olsun bitsin istiyorum. ondan da olmuyor işte. neştersiz ameliyat olur mu hiç?

hem neşterin tadına da varmayacaksan neye yarar geçmiş bir gün. bugüne kadar neye yaradıysa ona yarar ancak işte.

seviyorum ben geçmiş günlerimi ama elinde neşteri gördüğüm an doktordan kaçarak hiçte iyi yapmamışım aslında.

şimdi gideceğim ve diyeceğim ki "tamam ben artık ameliyata hazırım. ne gerekiyorsa yap hadi!"

iyileşmesem bile o acıyı duymak istiyorum sanırım. yaraya deyip kaçmasına izin vermeyeceğim de bıçağın. olmuşken tam olsun. yaram derin olsun...

bedenime değilse de ruhuma borçluyum bunu uzun zamandır.

hakkını teslim etmek lazım seni sen yapan insan kılan her şeye. yoksa yarasız beresiz buruşmuş bir bedenin estetiği ancak kendine güzel görünür.

o da yalandan...

24 Mart 2010 Çarşamba

olur mu olmaz mı?



hani bazen çarkıfelek döndüğünde sürpriz hediyeler çıkar ya!

"işte en sevdiğim!" diyorum ben o zaman. küçük bir çocuğun sahip olupta sevinebileceği en aptalca şey neyse ben işte o şeye sahip olmuş gibi seviniyorum. böyle hisseden çok fazla insan olduğunu sanmıyorum. en azından ben çevremde böyle insanlara çok sık rastlamıyorum.

demek istiyorum ki "ey hayat bak ben küçük şeylerle de mutlu olabiliyorum."

"buna da cevap vermezsin belki... ama umut işte'" diyen bir bilge içimi acıtmıştı birgün... oysa ki cevap kendini teslim etmemek için can çekişmekteydi... ennihayetinde etmedi!

ben diyorum ki acaba hayat bana cevap vermek için sabırsızlanıyor olabilir mi?

bazen cevap vermek istediğinde muhattabını bulamamak çok fena bir şey. dudaklarını oynatıyorsun tam bir hamle yapıyorsun ki... sonsuz bir boşluk ve öğrenilmiş çaresizlik.

ama bu çok adaletsiz ve tek taraflı bir oyun. ben hep burdayım ve cevabını bekliyorum. en azından heyecanım tazeyken hala bence şimdi doğru zaman.

biriktiripte mutlu olduğum şeylerden küçük bir tepe oluşturdum. eğer yardım edersen o tepeden yaşı geçmiş çocuklarında keyif alabileceği oyuncaklar yapabiliriz belki. belki...

o zaman şimdi ben yeni keşfettiğim o keyifli şarkıyı dinleyip mutlu olucam. sonra da mışıl mışıl uyumayı düşünüyorum.

kapıyı çalarsan açmam ama ararsan bir öngörüşme yapabiliriz telefonda olur mu?

ben de sana 25 yıl (ama asla 26 değil!) emek verdim. hadi şimdi sen de sevsen beni biraz:) olmaz mı?

20 Mart 2010 Cumartesi

karanlıkmışssın....gibi,


Bir sen varmışsın ve biri istiyor seni
Karanlıkmışsın onun uçları kırık saçları gibi

Hemen arkandan o yürür
Kanı aktıkça korkusu gözlerinde büyür

Bir sen varmışsın ve biri bekliyor seni
Dağınıkmışsın onun en yakını, yorganı gibi

Her rüyanda gizlice uyur
İstemezsen yalnızlığa uyanmaya mecbur

Dileğini tutmuş sayar, sonsuzdan geri
Yanarken yanakları üşürmüş elleri

Ah dönebilsen, bakabilsen geri
Unutmuştun, hatırlarsın belki ismini

Yağmurlar yağdığında biri geçerken yanından ellerine
Tutunur

Yağmurlar durduğunda biri kaybolur aniden,bilerek unutulur, unutulur, unutulur, unutulur, unutulur, unutulur,unutulur.........................................

18 Mart 2010 Perşembe

koşmak istediğim bir yer var.



elis daha ayrık otlarının acısını unutmamışken birden topraki bıçak yaralarının arasından çiçeklerin yavaşça süzülerek güneşe başlarını çevirdiğini gördü.


toprak deri değiştirmekteydi... yaraları henüz kapanmaya yüz tutmuşken bir de küstürdüğü çiçeklerle kendini süslemekteydi. belli ki canı gezip dolaşmak istiyordu uçsuz, bucaksız kırlar boyunca. kendine çeki düzen verip doğanın geri kalanına rüştünü ispatlamak üzere çıkıcaktı yola.


ama elis'i daha çok çiçeklerin toprağa bağlılığı düşündürmüştü. doğanın bu esrarengiz ve hayranlık uyandıran yaratıklarının görünmez zincirleri olması nasıl kabul edilebilirdi ki? toprak nereye giderse onlarda oradan oraya sürüklenip gideceklerdi. eşsiz güzelliklerinin bedeli zincirleriydi belki...


aslında... uyandırdıkları hayranlığı bir kenara bırakıp kibirlerinden kurtulabilirlerdi. bunun için belki de toprağın kurduğu hakimiyete son verip güvenli buldukları zincirleri terk etmeleri gerekicekti. elis'e göre her yürümek istediklerinde zincirlerin kollarına ve bacaklarına verdiği acı daha da artmaktaydı.


elis penceresinde tüm bunları izlemeye koyulmuşken sonunda dayanamayarak birdenbire "koşun" diye bağırdı. gerçekten de onları cesaretlendirmişti. çiçekler elis'i dinlediler. ama zincirlerinden koparken aldıkları yaraların telafisi yoktu. artık onlar da başka her şeyden bağımsız "bir şey" diler. ama cansız bedenleri bahçe duvarını bile aşamamıştı. öldüler.


işin garibi ölüceklerini bildikleri halde zincirlerinden kurtuldukları an en mutlu oldukları andı. o bir anı yaşamak için yaşayacakları tüm diğer anları feda etmekte hiç tereddüt etmediler.


tüm bunlar olurken toprak kendini yenilemişti bile. eski çiçeklerin yerini yeniler almakta hiç gecikmemişti. ama elis toprağın onları diğerleri kadar sevemeyeceğini düşündü. çünkü toprağa bağlılıkları her hallerinden belliydi. onlar güzellikleriyle böbürlenip dururlarken toprak çoktan zihninde ölen çiçeklerle olan anılarını biriktirmeye başlamıştı.


onları sevmişti. çünkü gitmişlerdi.


toprak deri değiştirmeye devam ediyordu.


çünkü derisini değiştirmeyen yılanların mahvolduğuna şahit olmuştu. kendisine bağlı bulunan çiçekler bile cansız bedenleriyle de olsa değişmişlerdi.


"derisini değiştirmeyen yılan mahvolur. fikirleri değiştirme konusunda engellenen ruhlar da böyledir; o zaman ruh olmaktan çıkarlar." (tan kızıllığı)


duygularını değiştirme konusunda engellenen ruhlar vardı bir de... ama onlar insandılar.. ve ruhlarının topraktan daha naif çiçeklerdense daha az cesur olduğu apaçıktı. zincirlerinin hangi toprağa bağlı olduğunu arayıp bulmaları gerekecekti üstelik.


bulamazlarsa eğer eşsiz güzellikleriyle ama asla engel olamadıkları mutsuzluklarıyla da ölüp gidiceklerdi.
"toprak gibi çiçek açmadan çiçekler kadar cesur olmadan..."
diye düşündü elis.

15 Mart 2010 Pazartesi

dipnot delirdim,


"sen gülersen bütün dünya güler! sen ağlarsan yalnız ağlarsın..."

en sevdiği filmleri geçirdi zihninden elis, kendi hayatında kullanabileceği replikleri düşündü bir bir...

oysa ki filmler, sahneler ve replikler hayatın sadece karikatürize edilmiş halleriydi.
ama o yine de kendisine en uygun olanı seçti. gerçekmiş gibi tekrarladı içinden kendine en yakın bulduğu cümleyi.

bir "oh!" çekti ve "rahatladım galiba" diye düşündü.
"ve anladım ki bugüne kadar aptal numarası yapıpta beni kandırmalarına izin verdiklerimden çok kendi kendimi kandırmaktan yükler binmiş omzuma...
hayatınızı yanlış insanlar, şehirler, sevgiler, arkadaşlıklar, aşklar, kitaplar, filmler, replikler üzerine kurduğunuzu düşündüğünüz oldu mu hiç?"
.... dedi elis.
bunların hepsini elis söyledi...
çünkü bu satırları yazan kişi buna inandırmak istiyordu kendini. hiçkimsenin ulaşamadığı bir gezegendeki dokunulmaz bir köyde "elis" adıyla yaşadığına inanmak ve kendini kandırmak...
omzuna binmiş yüklerin ağırlığından kurtulmak, koşarak kaçıp uzaklaşmak!
suçluyor musunuz onu? suçlayabilirsiniz ancak suçlayabilirseniz kendinizi.
birgün ancak o cesarete sahip olduğunuzda bu hak tepe tepe kullanmak üzere size aittir.
çünkü zaten herşey filmler kadar bir kurmacadır. ve hayat bazen kendinizi kandırmanız için size kredi açarak bir şans tanır. borcunuzla beraber dibe vurduğunuzdaysa hayatınızın filminin fragmanını izlettirir.
sonra der ki "sana bir şans tanıdım. öde bakalım şimdi borcunu!"
benim borcumu kim öder? benden başka... bilmiyor muyum ben bunu sanki.. tabii ki yine ben!
ama birazcık şansım varsa bilmem belki de elis öder.
dipnot: delirdim:))

11 Mart 2010 Perşembe

benimki pilav üstü kurufasülye OLSUN!



daha nolsun pilav üstü kurufasülye!


yaşamak bu işte. bulutlara dokunmak için "bilge" olmak gerekmiyor.


değdim! parmaklarımın ucu yanarken elimi çektim. zaten geçmişti günler, yaptığım sadece eserimin üzerine tüy dikmek oldu.


basit ve işlevsel olan herşey gibi yarar getirdi. yararlı olduğu kadar geçici olmaya da mahkumdu. olsun...


"neye yaradı?" diye düşünmemek lazım. sen bir kenara koy elbet birgün bir işini görür:)))


zaten şimdilerde mantık öyle işliyor değil mi? yanılmıyorum yani ben. kenarda çer çöp ne varsa biriktiriyoruz. ucuz pahallı demeden her gördüğümüzü alıyoruz. arsızlığa yol açıyor ama olsun. hazmedebilene ne mutlu!


neyse o zaman aldım ben bana verdiğin şeyi. basitlik tamam ama işlevsellik düşündürücü biraz.


olsun ben yine de birgün işimi görücek diye bekliycem artık. pek bir halta yaramıcak gibi görünüyor ama diğer türlü düşününce de ben zararlı çıkıyorum.


saklıycam sakın korkma! hep değerli kalmaktır tek kaygın. kaygına sadığım emin ol!


bununla birlikte gülmeme engel olmak için yapabileceğim hiçbir şey yok sanırım. kendindeki eksikliklerin tedirginliği ile bugüne kadar her gülmemden işkillenmiş olmanı hiç umursamadan kahkahalarla anımsayacağım!


çünkü açıkcası bana bıraktığın bu şey hiçbir şeye benzemiyor ve de hiçbir işime yaramayacak!


"değer" görmek için bıraktığın şeylere dönüp baksan keşke... belki yüzündeki küskün ifade... belki....


boşlukları doldur çünkü hep öyle aval aval bakmak zorunda kalıcaksın bir şeylerin arkasından. benim çok acelem var pardon gitmem lazım.


hep böyle ıvır zıvır şeylerle hoşça vakit geçirip yoz kalmadan hoşça kal.

9 Mart 2010 Salı

yanak tuzu,



elis, yanaklarında birikmiş ve tenini acıtmış olan tuzu küçücük elleriyle sildi. göz kapaklarına koymuş oldukları ağırlığı saatler sonra farketti. yine o güçsüz görünen elleriyle kaldırıp başucundaki komidinin üzerine yerleştirdi.


ellerine baktı şaşkınlıkla. daha önce kendisine hiç bu kadar küçük ve naif görünmemişlerdi. nelere, kimlere ve nerelere ulaşmaya çalışıyordu... başucuna bile uzanamayan kısacık kolları ve o küçücük elleriyle.


sonra kibrini yatağının altına sakladı. kıyafetini de çıkarınca kocaman bir kadın olup ağladı....


1 Mart 2010 Pazartesi

ayrık otları ve çiçekler,



elis bıçağı eline aldı. koşarak merdivenlerden indi. hızla bahçeye doğru yöneldi. çitle çevrilmiş olan bahçe iyi bir şekilde dışarıdan gelecek tehlikelere karşı korunuyordu.


ayrık otlarını birbir ayıklamaya koyuldu. bahar yaklaşmaktaydı ve ekeceği yeni tohumlar için tüm ayrık otlarından kurtulması gerekiyordu. aslında bütün kış boyunca penceresinden onları izleyerek onlarla avunmuştu. ama şimdi vedalaşmayı öğrenmesi gerekiyordu.


birden ayrık otlarıyla beraber sevdiği çiçekleri de katlettiğinin farkına vardı. ama eğer şimdi durup tereddüt ederse arsız otlar diğer çiçekleri de yutup gidecekti. kendi ektiklerini ancak o biçebilirdi. hiç düşünmedi.


ve evet şimdi bahçe tertemizdi. ayrık otlarıyla beraber sevdiği şeyleri de kaybetmişti belki ama en azından sevdiği çiçekleri ayrık otlarının nefretinden korumuştu.


şimdi onları sadece penceresinden seyre daldığı güzel halleriyle hatırlayacaktı. eğer bıçak olmasa bunu asla yapamazdı.


kesip atmak ne kadar doğruydu hiç düşünmedi her zamanki gibi. çiçekler için doğru olana kendi başına karar verdiği için çiçeklerden özür diledi sessizce.


mutlu olmak istiyordu.... ve çitleri de söküp attı! yaptığı bu son hamleden sonra artık bahçe özgürlüğü haketmişti.