31 Aralık 2013 Salı

naber ya yeni yıl? manifestosu







benim özel günlerden anladığım bir şeyin adını koymak. isim vermek her zaman diğer canlıların işaret ettiğin şeye yakıştırdığı isim olmak zorunda değil. farz misal metafor var.


farz misal Vian koskoca bir maddeler evrenini hayal gücünün gittiği yere götürmüş. adı da patafor. metafordan daha büyük düşün artık.

hafızam o kadar zayıf ki olayları çok çabuk unutuyorum. ama şeylere verdiğim isimler baki kalıyor bende de mesela.
                                                                                  *

rüzgarlı bir şehirde doğduğumdan olsa gerek rüzgarlara karşı savaşmaktan hiç bıkmadım. beyaz tavşanı takip etmek suretiyle Alice oldum. 30 yıldır gece küçük renkli ışıkları yakıp Peter Pan'ın gelip beni kaçırıp buralardan götürmesini bekliyorum. 2 yaşından beri başımı alıp gitmek suretiyle 6 yaşından beri evden kaçıyorum. yaklaşık 10 küsür yıldır 3 yıl üstü üste hiç aynı evde kaldığım olmadı. hiçte düzen aramadım doğrusu. hep bir gidicem zaten hali. bir yere gitsem nasıl olsa birazdan çıkıcam diye histerikler gibi çantamı elimden pek bırakmadım.

haliyle öyle böyle yaş 3'lere geldi. son bir haftadır saçlarımda giderek artan beyazlara bakıp eğleniyorum. malum kaz ayaklarım çıktığında hiç o kadar eğlenceli olmayacağı için şimdi güzel günlerimin tadını çıkarıyorum.

ilişkisel konulara hiç girmeyeceğim. o konuda da tam bir saçmalıklar kraliçesiyim.

geç kalma lüksümün olduğu bir işim var ya içim rahat.

benim hiç öyle hayata geç kalma kaygım falan olmadı. aksine sanki hep her şey için çok erken hep çok gencim ben. güneş sistemi ve tüm bir galaksinin döngüsüne karşıyım. evdekilere de çocukken pek bir karşıydım. zaten 6 yaşında evden kaçmanın başka bir açıklaması olamaz. ama biliyorum ki muhakkak çok haklı ve mantıklı sebeplerim vardı.

zamanın insanlar tarafından aylara, günlere, saatlere bölünmediği zamanın tek ve bütün olduğu günler vardı biliyorum. ve onlar dünyanın geri kalanı hakkında çokta  fikri sahibi olmayan efsanelerle hayal gücünü büyüten kafası rahat insanlardı.

biz bitiğiz. geri dönüşümüz yok artık. gereğinden fazla şey biliyoruz.

özellikle ben çok biliyorum. çünkü bir insan bünyesinin kaldırabileceğinden biraz daha fazla enteresan karakterlerle yolum kesişti.

deliler cemiyetinin önde gelenlerinin çok sevdiği bir kimseyim.

sonra işte geçenlerde bir film izledim hayatım kaydı. kızın içine nilüfer çiçeği kaçtıktan sonra adamın hayal gücüyle ışığa boğduğu güzel gezegenleri yine adamın bohemliğiyle karanlığa gömülüyor. filmin sonuna kadar bir umut haydi dünyaları yeniden aydınlansın diye bekledim.

oysa biliyorum bir de kitabını okumuşum. kız ölüyor işte. çok garip... insan sonunu bildiği bir filmi distopya olduğunu dahi bilse güzel bir şeyler olacak işte umuduyla tekrar tekrar izleyebiliyor.

diyeceğim o ki her şeyin başı yeni yıl falan değil. biraz gerçeklik katılmış sevgi. çocukluğunuza dönün aklınız varsa. nerede arıza var bulun.

yoksa sevilmeyen insanlar tarafından yönetilmeye kadar gidecek kötü bir son evrenin akışı. hiç bir şey söylemeden bağırıp duran adamları görüyoruz. kafanızı değil kalbinizi çalıştırın. insan kalpten bağırınca sesi çirkin çıkmazmış.

ha bir de yeni yıl var tabii. büyük umutlar falan. sen değişmeyince evren hep öyle kötü baktığın gözle kalıyor.

benim için eski yıl geçen Pazar bitti. son 2 günü bekleyemedim. affedin. kapıyı vurdum çıktım gittim.

kutlamamamı da yaptım. manifestomu da şimdi yazıyorum.

gece olduğunda napacağım bilmiyorum. biraz çaresizim bu yıl galiba.

şerefine kadeh kaldıracağım bir yıl  zorla, cebren ve hileyle. tek rakamları da hiç sevmem üstelik.

sahi ya yeni yıl naber?


8 Aralık 2013 Pazar

hayal gücüm benim,


yeryüzünden hızlı ve ani bir şekilde uzaya fırlatılmıştım. atmosferden uzaklaştıkça hareketlerim giderek ağırlaşmıştı.

uzay boşluğuna ulaştığımda dünyadaki her şeye tam olarak sırtımı dönmüştüm. daha önce kaç kez bu anı yaşadım bilmiyorum. ama bu hissi daima içimde taşıdım. etrafım çok yalnız ve soğuktu.

ama kollarım ve bacaklarımı çarmıha gerilmiş gibi açıp ayak ve el parmak uçlarımdan başlayıp evrenin sonuna doğru uzanan doğrusal çizgilerle hiç olmadığım kadar özgürdüm.

sonra geldiğimden daha büyük bir hızla yeryüzüne çakıldım. dünyaya değil ama.

elis'in gezegenine...

toz ve çamur yumağı gibiydim. her yerim yara bere içinde. çok mutluydum!

*                                                                               *                                                              *

eve gitmeden önce bir dere kenarında oturup suya daldım. suyu akışına bıraktıkça yaralarım iyileşmişti. sonra o meşhur deyiş geldi aklıma.

        "aynı suda iki kez yıkanamazsın"

bu su benim artık eskiden baktığım su değildi anlamıştım.

bir el dokundu omzuma sonra. bir bilge... "dönme" dedi. "yüzümü hiç görmeyeceksin. ama elim hep omzunda olacak."

bana mısralar göndermişti, cümleler, sözcükler ve noktalama işaretleri. "kendini sözcüklerle zehirlemene izin veremezdim" dedi. elimi hep omzunda hisset....

benim harflerimin sert köşeleriyle onun yumuşak kalpli kendinden emin noktalama işaretleri biraraya gelince güzelleşmiştim. 

görmeye alıştığım tarzdaki zırhlı şövalyelerin yaldızlanmış kelimeleri onda kendini sadeliğe bırakmıştı. sade ve içtendi.

*                                                                            *                                                              *

arkamı döndüğümde çoktan gitmişti. mektubunu diğerlerinin yanına koydum.

eve ulaşmama az kalmıştı. ama ben bu defa eve giderken uzun yolu seçtim. 

birden sert bir uçurumun kenarına geldim. bana kendini masmavi bir gökyüzü ve güneşli bir gün gibi göstermişti. bilge olduğunu sandığım bir el omzuma dokundu. çok korkmuştum.

"benim bedenim bu uçurumda görünmez bir kalkan gibi kendini bana bırakabilirsin" dedi.

 çoktan bırakmıştım...

gerçekten uzun bir süre o uçurumun kenarında oyalandım. düşmeyeceğime inanmak için tüm sınırlarımı zorlamıştım. bulanık bir yüz ağır adımlarla kafamda çizilmeye başlamıştı.

sonra birdenbire olan oldu. beni tutamamıştı. o gece sert esen bir rüzgar beni uçuruma sürükledi.

düşmem ne kadar zaman aldı bilmiyorum. düşerken hafızam bir bir silinmişti. geri dönmek için yolu hatırlamamın imkanı yoktu. aklımda tek kalan hiçbir parçası birbirine benzemeyen bulanık ve durmadan rengi değişen bir suret. hatırlamadığım şeyler için üzülemezdim. artık biliyordum. oraya bir daha dönmeyecektim.

*                                                                              *                                                                 *

evin önünde uyanmıştım. yorgun ah çok yorgun judith...

elis...

çocuk bedeninde nasıl taşıyabiliyordun o bakışları. göz ucuyla bakıyordu. "geldin işte!"nin sevinciyle. arkamı döndüğüm an gülüyordu. benimle dalga geçiyordu. daima dalga geçmişti biliyorum.

ne zaman lanetlenmiş bir gezegene sırtımı dönsem, zırhlı şövalyelerin istilasından kaçsam o hep yanımdaydı.

kimilerine göre o bir illüzyon, spekülasyon. benim içinse diğer her şeyin bir illüzyon olduğu yerde asıl gerçek o.

ah elis... hayal gücüm benim,


8 Kasım 2013 Cuma

rüyanın payını rüyaya verecek kadar cesaretim var,


ben bugün bir şiire çalıştım.

ve hayır bayım ben hiçbir zaman içimde kötülük çiçeklerini besleyebilecek kadar uzun süre bir yere bağlanmadım.

bir süre kapınızın önünde bağırıp sonra ardımdan yeşersinler diye gezegenin en güzel çiçeklerini oracığa bırakırım. ve bilirim ki muhakkak yeşerirler ardımdan. ben hiç görmesemde onları ardımda yeşillikler bıraktım ya içim rahat.

çok küçük yaşlarda öğrenmenin şansına eriştim. hayatta unutulmayacak ya da vazgeçilemeyecek hiçbir şey olmadığını. yine de "zayıflığına rağmen vefalı olan hafızam arada bir ektiğim tohumları anımsadığında çiçeklere bir bardak su içirdiğinizi bilmek yeter bana" derim ben.

bilirim, demiştiniz "rüya gören asla yerde kalmaz" diye...

kalmayıp gittiğimiz yerde bir rüyayı unutmanın en güzel yolu, onu artık sadece güzelliğini bıraktığı yerde hatırlamaktır.


ruhsuz ölmektense kalbi zehirlemek bazen iyidir ama korkmayın bir böceğe dönüşecek dozda almam onu!

mektubunuza sevgilerimle,


çalıştığım şiirin dizeleri şöyleydi;

Sana fevkalâde mühim
​​​bir fikir söyliyeyim:
Yerine göre değişiyor insanın huyu.
Ben burada dehşetli seviyorum
Kapımın sürgüsünü açıp
​​duvarlarımı yıkan uykuyu.
Sanki bir dost elinin itişiyle
-hani o beylik benzetişiyle-
girer gibi rahat
​​ılık bir suya
bırakıyorum kendimi uykuya.
Rüyalarım mükemmel:
​​Hep dışardayım.
Kâinat güneşli, kâinat güzel.
Rüyalarımda daha bir kere bile hapis olmadım,
bir kere bile dağdan​
​​yuvarlanmadım uçuruma.
“Uyanışların korkunç oluyor ama”
​​​diyeceksin.
Hayır, karıcığım,
rüyanın payını rüyaya verecek kadar
​​​​cesaretim var.
Nazım Hikmet

28 Ekim 2013 Pazartesi

geçmiş gezegenlerin mirası çıkınım var benim sarıldığım,

pekiymiş: kapı gıcırtısı,: kapı elis için aralanmıştı. kapı gıcırtısının sesi elis'in içini açıttı. mecburdu işte ama. ya çıkmalıydı o kapıdan ya da çıkmalıydı......

sormayacağım. çünkü değer kişinin önünde,

pekiymiş: size değer veriyorum,: Büyüsek, yaşlansak, şehirler değiştirsek, saçlarımız beyazlaşsa, başka şehirlerde başka insanlarl...

sonsuz ve uçsuz kırların kraliçesi artık o,

pekiymiş: korkudan etekleri uçuşmak,: şekerden yapılmış pembe elbisesini giydi elis. işte o sonsuz ve uçsuz kırların kraliçesiydi artık. etekleri uçuşarak uzaklaştı. tüm ye...

17 Ekim 2013 Perşembe

bu bir bayram mektubu: ruha dokunan kelimeler,


bir florasan ışığı kadar soğuk ve renksiz ya da  ruhunuz elektrik süpürgesiyle çekilmiş gibi olsa da...

sonra tüm konuşmalar, yenilen yemekler, yüksek sesli sohbetler, müzik sesleri kafamda bir uğultu olup midem bulanmışken algılamakta zorlandığım karmakarışık ilişkiler yumağında bir bayram mektubu aldım ve ruhum yıkandı "iyi niyet"in güzel suyunda...

ve ben uzun süredir ruhuma dokunan "gerçek" bir şey bulduğum için mutluydum,


*                                                                  *                                                               *




Elis’e iyi bayramlar diledim –

“Fly me to the moon” çalsın fonda ama Doris Day’den…

 “Seni gördüğümde çocukluğumda dinlediğim bir masalı hatırladım. Bir İran masalında,
sevdiği kadını yüzyıllarca aynı ruhla başka bedenlerde arayan bir adam anlatılır.
Adam sonunda yüzyıllardır aradığı kadını uzak ülkelerin birinde bulur. Ona, güneşli
bir gökyüzü altında birlikte toprak işlemek istediğini anlatır. Kadın sadece gülümser ve
uzak ülkesinde yaşamaya devam eder. Seni ilk gördüğümde sıcak bir ülkede benimle
birlikte toprak işlemeyeceğini, kendi dünyanı bana taşımayacağını biliyordum. Yine bana
gülümsediğinde biliyordum ki ben yüzyıllardır yeryüzünde seni aramışım…” (Öykümü
Kim Anlatacak – Şebnem İşigüzel – Can. Yay. Syf 7)

Daima gülümsemeyi unutma... Bu bayram ve her daim hatırlaman dileğiyle tebessümün
gücünü... iyi bayramlar….

Aslında bu yazı biraz önce bitti sevgili Elis… Hayat eğer bu kadar garip bu kadar
kendince kuralları olan bir şey olmasaydı… Kader hala şaşırtıyor insanı hayatın tadı
(eğer varsa) bunda gizli sanırım… Sevgili Elis birbirimizden çok ama çok uzaktayız…
Belki hiç karşılaşmayacağız… Belki Balzac ve Madam Hanska kadar uzun bir süre
boyunca mektuplar yazabiliriz birbirimize… Kimbilir Elis… Kimsenin bilmemesinde saklı
değil mi büyü aslında…

Sen Elis bir şarkıya sarılıp uyuyacaksın, ben kelimelere… Calvino’nun bir öyküsünde
Ay dünyaya o kadar yaklaşır ki insanlar ona elini uzatınca ulaşabilirler… Belki senin
gezegenin de bir gün yaklaşır yeterince ve ben elimi uzatabilirim sana merhaba demek
için…

Biliyoruz ki hiçbir tanışıklık, şarkılardan, şiirlerden kelimelerden kurulmuş köprüler kadar
yakın olmayacak…

Sadece bayramını kutlayacakken ne kadar çok şey yazmışım gene…
“Sen şu anda orada oturmuş güzelim gözlerini bu satırlar üzerinde kaydırırken şunu
bilmen gerekir ki okuduğun sayfanın tam aksinde çok acayip bir peri oturmuş, senin şu
anda okuduğun satırları yazıyor.”

Bir kitabı okurken, kitabın yazarını görebildiğini hayal et. Öyle ki elinde tuttuğun kitap,
seninle o yazar arasındaki tek bağdır. Belki de yazar, yazdıklarıyla seni baştan çıkarmak
niyetindedir.

Bu satırları yazan kadın, seni sevmek, seninle bir olmak istiyor. Bu kadın seni, kendini,
Mila’yı, Peri’yi, kumral oğlanı, etrafındaki tüm eşyayı, kısaca bütünüyle yaşam’ı, sıcacık
kucaklamak istiyor. Diyor ki: “Gel buraya. Perinin Sarkacı’na.” (Ben Mila / Perinin Sarkacı
/ Sel Yayıncılık)
Sevgiler Elis…

9 Ekim 2013 Çarşamba

tüm ağaçlar mutsuzluktan ölmüştü,



" Her güzelliğin dibinde insana aykırı bir şey yatar ve bu tepeler, gökyüzünün tatlılığı, bu ağaç dizileri kendilerine yüklediğimiz bu düşsel anlamı hemen o dakikada yitiriverirler, yitirilmiş bir cennet kadar uzaktırlar bundan böyle."

                  Albert Camus ( Uyumsuz Yaşama)


           Rüzgarıyla meşhur bir şehirde büyümüştü elis. Hep çocuk kalmasını saymazsak tabii ki!

           Rüzgar fırtınaları bazen aylarca sürerdi. Uğultulu tüm günler boyunca zamanını evde geçiren elis, karşıdaki dağın tepesinde küçük bir prensin şatosunun olduğunu düşünür ve bununla ilgili hikayeler uydururdu. "ne işe yaramaz bir çocuk!" diye düşünen bir gezegen onu hep çocuk kalmakla cezalandırmıştı. çocuk kalan bedeninde bakışları büyüdükçe büyüdü. büyüyen tek yanı gördüklerine şaşırdıkça şaşıran bakışlarıydı...

           Rüzgar fırtınalarının olduğu günler boyunca evde geçirilen vakitler onu fazlasıyla bunaltırdı. akşamları evdeki sarı ışıkları bulmaya çalışır onlara sığınırdı. aradığı şey hep bir sıcaklıktı...

           Geceleri eli sopalı adam ve kadınlar uyumasını dikte ettiğinde yatağının altından çıkan canavarlarla gezegen arasında gider gelirdi. kapı gıcırtıları da cabası! nasıl dayanılmaz gecelerdi. o kadar dayanılmazlardı ki bu fırtınalar dindiğinde bazı ağaçlar mutsuzluktan ölürdü.

         o gecelerde onu ayakta tutan tek şey ise karşı dağın ardındaki uçsuz bucaksız yeşilliklerdi. hiç gitmemişti aslında. sadece dağın arkasında nasıl bir dünya olduğunu hayal edip onunla ilgili hikayeler uydurarak hayal gücünü büyütmüştü. sonuçta gözlerinden sonra en çok büyüyen diğer önemli parçası da hayal gücü olmuştu. ta ki zırhlı şövalyeler hayal gücünden daha küçük bir gezegen olduğunu hatırlatarak onu hayal kırıklığına uğratana kadar... dağların ardı zırhlarla çevriliydi... ne yazık!

        cebire ve matematiğe ilgi duymayan bir çocuk işte. belki biraz astronomiye ilgisi vardı. o da sadece yıldızları şiirsel bulmasındandı. o yüzden de dağların ardı hayal gücünden hep daha küçük kaldı. bilmem keşke zırhların sınırına gelmeseydi belki de.

       bu yüzden dağların ardında ona göre bir gezegen yoktu. hayal kırıklığı kaçınılmaz bir kehanetin dediğine göreyse ne kadar mutlu olsa da karanlık kalacak olan o tek bir tarafı hiç aşılmazdı.

*                                                                         *                                                 *

bir gece o fırtınalı gecelerin rüyasını görerek uyandım. kapı gıcırtısı, uğultu, soğukluk, aranan sarı ışıklar, uyumanı emreden bir dünya, eteğini çekiştiren canavarlar...



sonra kalkıp pencereden baktım.

 tüm ağaçlar mutsuzluktan ölmüştü.


           

         

8 Ekim 2013 Salı

mektup: kelimelerden köprüler kurmak,



bu mektup okuyan herkesin olsun. doğru yerde doğru cevaplar vermeyi kelimelerden köprüler kurarak değer vermeyi öğreniriz belki bir gün hep birlikte. sözcüklerle birbirimizi zehirlemek yerine...

teşekkür ederim,


*                                                                           *                                                                 *




Bir filme, un kurabiyelerine ve soğuk havalara dair-

"benim düşlerim, bana asıl gerçeklerden daha yakın… gerçekler ise, benim için yalnızca birer fantezi..." diego rivieara
“Bil ki hayal gücüme inancım olmasa bir adım bile atamam bu koca gezegende.” (Elis’e ruh eşinden)

Geç de olsa iki günde ancak bitirebilsem de “Stranger Than Fiction” adlı filmi izledim. Eski zaman Woody Allen filmleri gibi başlasa da sonrasında etkileyici bir hikayeye dönüşüyor. Filmi izledin mi bilmiyorum Elis?

Elis film izler mi aslında bu konuda da emin değilim. Gene de oradan bir sahneyi paylaşmak isterim. Kurabiyeler yapmayı çok seven cafe işleten kıza, adam elinde bir kutuyla çıkagelir. Kutuda bir sürü un vardır. Çeşit çeşit… Arpadan buğdaya vs. her türden un… Kız bunları bana neden getirdin diye sorar, adamın cevabı şu olur: “Sana bunları getirdim çünkü seni istiyorum.”

Son zamanlarda duyduğum en iyi cevaplardan biriydi bu. Çünkü hepimiz çoğunlukla doğru soruları sorabiliyoruz ama doğru cevapları genellikle veremiyoruz Elis…

Bu yazının amacı sana ne filmden bahsetmekti ne de karşına bir gün elinde un dolu kutuyla bir adam çıkarsa eğer sakın şaşırma demek değildi. İnsanların algı dünyalarına göre olmayan birine bayan hiç kimseye beni okuduğunu bildiğim için, dışarıda esen rüzgar, atıştıran yağmur, beni yazmaya itelediği için yazıyorum… Bazen kelimelerimizle varlık kazandırırız bazı şeylere… Yazdığım her bir sözcük seni soğuk havadan korur, gök gürültüsünden ürpermene belki engel olur diye… Bu gezegen çoğu zaman korkunç bir yer çünkü Elis…

Sana kelimelerden oluşmuş bir köprü kurmama izin verildiği için ben de mutluyum… Biliyorum ki Elis’de kelimelerle dünyalar kurabilir… her şey çok kırılgan her şey çok içten pazarlıklı buralarda… Sen de biliyorsun ben de…bilmek yetmiyor… Sen insanın içindeki bilgeliğin sesisin o yüzden yazıyorum…

"Bilgi Bilgelikle aynı şey değildir;
 Mesela cam silmeyi bilirsin -
 bilgelik bunu yapmaktır!"  diyordu Nick Nolte bir filminde Elis.

Ne kadar çok yazmışım, ne kadar çok şey söylemişim bayan hiç kimseye sevgiler bay hiç kimseden…
“Muazzam bir tepe vardı karşımda uzun günler boyunca tırmandım karların içinden. Doruğa varınca tüm çabalarım umarsız uzaklıktaki bahçeleri görmek içinmiş gibi geldi bana”

Ben o bahçeleri görmekten mutluyum sevgili Elis…

4 Ekim 2013 Cuma

tam kendi kendime konuşuyordum ki,


tam ne kadar karanlık ve sıkıcı bir gün olduğunu düşünüyordum...

kapı çaldı sonra. kapıyı açtığımda birikmiş bütün mektuplar üzerime yığıldı.

                                                                  *

yazmaya devam edeceğim bayım...








26 Eylül 2013 Perşembe

elis'e mektup var! nasıl mutlu anlatamam,

“Korkmuştuk korkularımızdan,
coşkularımızdan bıkmıştık,
ne yavaşlıyor ne de hızlanıyordu
çarklar, kimseye rastlamıyorduk,
kendimize bile: Buraya ondan 
gelmiştik.” 
 
(Enis Batur – Sessiz Sinema) 
 
Yağmurlu bir gündü. Elimde küçük bir kitabı vardı Batur’un:Kütüphane… Dersti işte sen geç kalmıştın; Elis’in dostu… Saçların ıslanmıştı, bir yandan üstündeki montu çıkardın, bir yandan kitaba baktın… Bense tahtaya baktım, çünkü bir film oynuyordu perdede: The Fountain… İçimden Batur’un ve kitabın farkında olduğunu bildim… İlk Elis’i orada fark ettim, dostunda…
 
Sonra Elis ile tanıştırıldım, okudum anlattıklarını… Bana bir çok güzel şeyi çağrıştırdı Elis… Kelebekleri, Küçük Prens’i… Çocukluğumuzda yapabildiğimiz hayali arkadaşlıklarımızı… onları çok az insan taşır yetişkinliğe… Bir sürü güzel duygu işte… Elis kocaman bir kız aslında, hayatla mücadele eden bir ruhun dostu… Dik, açıksözlü ama çabucak sıkılıveren bir türlü beklediği doğru ana kavuşamadığını düşünen bir ruhun… onları anlatmak için tek bir kelime geliyor aklıma… Elis ve o aynı bedende bir ekinoks halindeler…bu nadir bulunan bir ruh hali… dirensin diye yazıyorum Elis’e… Düşmekten korkmasın, Alice’in peşinden gittiği tavşan deliklerinden….
 
Elis’in varlığı bana ne kadar büyüsek de hayallerimizi yanımızda taşıyabildiğimizi anlatıyor… Ne kadar güçlü görünsek de hepimizin içinde bir yerlerde bir Elis var çoğunlukla izi yitirilmiş… Hepimizin sarılıp uyuduğumuz bir oyuncak vardı saklasak kendimizden bile…
 
Elis olup ruhun bedeninin dışına çıkıp hayatına yukarıdan bakabildiği için, kendini görebildiğin için, kendi gözlerinin ve kalbinin içine bakabildiğin için; ilk tanışmanın üstünden 3 yıl geçse de ona yazmayı seveceğim her zaman…
 
“Yordu bütün yıl bizi işler
ve ilişkiler: Buraya ondan geldik.”
 
(Enis Batur – Sessiz Sinema) 
 

15 Eylül 2013 Pazar

pekiymiş: KElEBeKLeR uçuşurken,

pekiymiş: KElEBeKLeR uçuşurken,: şimdi bayım bugün birisine "yazmamı" en çok hakeden kişiye geldi sıra. yani size... yarın benim için yepyeni bir gün olacağı için ...

2 Ağustos 2013 Cuma

kaç duyumuz bir araya gelince inanç tam olur,


şimdi ben ne yazsam olmayacak elis...

ay ışığı elverdiği zamanlarda köyünü ziyaret ediyorum ayrık otlarını temizliyorum ya içim rahat.

bana hayal gücünü armağan eden bir romeo hikayesi anlatsam ikimizin de gözleri güler belki...


yüzyıllar öncesini düşün bir dağın eteği. tüm kahramanlar gibi. ki onun hala o dağın eteğinde beklediği söylenir.

geçen günlerde kulağı yine sesime geldi desem yeri.

O şöyle derdi:

"aşk bu olsa gerek hep ilk günkü gibi..."

Bilmediğin şeyi anlayamazsın Judith. Gençsen öğrenmen yüzyıllar sürebiliyor. Ama o bilirdi. Bana uzun uzun anlatması değil tek bir cümle söylemesi yetti. Çünkü yüzyıllar boyunca onun için bu gerçek hiç değişmedi.

Ben hala biliyor muyum? Hayır.


Ama şimdi ne zaman anlamak istesem onun gözlerini ararım. Çünkü tarifi onda elis...

Ona dokundum. Onda duydum, Onda gördüm, Onda tattım.

Bugün anladım.

Bu dört duyudan en az biri eksikse olmuyor elis.... Tarifin koşulu bu çünkü:

Duyduğun gördüğünle, gördüğün dokunduğunla, dokunduğun tattığınla bir olmalı.

ay ışığı uykuya daldığında kendi gezegenime gidip bu duyguyu aramaya devam edeceğim ama korkma elis. çünkü bu dört duyu ancak "inanç"la bir olurmuş derler bir rivayete göre.

bil ki hayal gücüme inancım olmasa bir adım bile atamam bu koca gezegende.

yazmaya devam edelim elis,






10 Temmuz 2013 Çarşamba

judith,


Yapılabilecekler bile geride kaldı Judith...

Sözler silinmek için değildir.

Sadece  başka bir zamana aittir artık.

Benim için kurtarılabilecek zamanlar bile geçmişte kaldı ....

Geçmiş güzeldi.

Gelecekte güzel olabilirdi geçmişte kurtarılamayanlar olmasa..

Ama bak geçti Judith.


kaygısız yeni sabahlara uyanma zamanı,


17 Şubat 2013 Pazar

Ayrı-k otu



"şu sahte yaşamından sıyrıl bir daha.. 
ne olursun, bırak tüm alışkanlıklarını... 
göreceksin, yaşanıyor ihtiyaç olmadan yardıma... 
pek çoğu var öğreneceğin dahası... "

                                            lili...



"O kadar gerçeksin ki hayal kurmama izin vermiyorsun" dedi elis...


oysa hiçbir şey hatırlamıyordum ki gerçek olsun... geçmişi hatırlamış bir ayrık otunun bedduası olmuştu benim zayıf hafızam. 


o hatırlattıkça ben unutuyordum.

bir gün aniden hatırlayıverdim. uyandım.

Bitti.



Sonra arkadaşım olan bir şarkı benimle hep konuştu. 
Gözlerimin içi güldü. Çünkü hayal gücümü geri kazanmıştım. Şöyle bitiyordu:

"benzeme sakın renksiz bir hayalete... 
çünkü hayatın en güzel resmi senin içinde..."


neden mi?

Çünkü bu hayatta ne olursam ya da ne olamasam da renksiz bir hayalet olmayacaktım.

teşekkürler elis...