29 Nisan 2010 Perşembe

sallanan sandalyenin tavsiyesi,



elis, ay ışığında sallanan sandalyesine oturmuş kar zarar hesapları yapıyordu.

o kadar ince eleyip sık dokuyordu ki beyni bazen yerinden fırlıyor ve onu tekrar yerine takmak için saatlerini harcıyor sonra yine hesaba kaldığı yerden devam ediyordu.

gözü de nedense hep saatteydi.

sallanan sandalye bu rutine dayanamayıp sonunda dile geldi.

ve ona şöyle söyledi:

"kar zarar hesapları ancak ve ancak hesaplanabilecek şeyler için yapılır. bu yüzden hesabı tutturamaman doğal. bu ay yaptığın masrafın hesabını bir ömür geççe de yapamazsın. boşuna uğraşma."

çikolataların, şekerlemelerin, sakızların hesabını yapan elis bu ay bir "bunu" hesaba katmamıştı.

her şey planlıydı. her şey hesaplıydı. her şeyin bir taktiği vardı.

ama işte bir "o" bütün hesapları alt üst edebilirdi.

sallanan sandalyenin aklı elis'in kalbine dokunmuştu.

böylelikle hesap yapmaktan vazgeçen elis, bundan sonraki ay parasını har vurup harman savurmaya karar verdi.

çünkü özlemenin tüm masraflardan daha ağır bir bedeli vardı.

böylece aklı başına gelen elis hesap defterine bir daha göz attı. o anda gözleri ayın kraterlerine yaklaşacak büyüklükte açıldı.

sayfa bomboştu. bütün gece yalancı bir kalemle boş sayfayı doldurmaya çalışmıştı. kalem yalanı ortaya çıkınca kendiliğinden görünmez oluverdi.

elis, boş kalan ellerine bakarak aklının hesabına değil kalbinin yorumuna güvenmeye karar verdi.

27 Nisan 2010 Salı

akşam güneşi ve çöpler,



tüm korkularını evinin dışına çıkarıp çöp kutusuna atmakta olan elis, o sırada batmakta olan güneşe bakıp iç çekti.

akşam güneşi ona geçip gitmekte olan "zaman"ı hatırlattı.

bu eşşiz manzaranın tek düşmanı zamandı.

hayır hayır çöpe attığı attığı tüm korkuları değildi aslında. bir kısmını içinde bulunduğu mutluluk fırtınasından korunmak için kendisine saklamıştı.

sakladığı korkularıysa ona güvenli evinden çıkmayı yasaklamıştı. oysa ki elis'in şu an saklanmak istediği tek yer.....

zaman korkularımızın öğütücüsü olsa keşke, duygularımızın değil.

26 Nisan 2010 Pazartesi

iktidar-sızsınız,



insanlara oturdukları yerden başkalarının hayatları hakkında yorum yapma hakkını kim veriyor acaba?

sanırım bugünlerde en çok merak ettiğim mevzu bu.

ama işte insan psikolojisi böyledir. bir kere bir insana kendinizle ilgili yorum yapma hakkını vermişseniz artık bütün hayatınız o insana aittir. attığınız her adım doğru mu yanlış mı? ona sormalısınız. gerçekten mutlu musunuz? o bilir.

mutluyum demişsseniz sonuna kadar irdeler. inanmaz. rahatınız batar çünkü ona. sözde sevgidir bu belki. ama onun vazgeçilmez yorumları olmaksızın yaşayabileceğinize pek inanmaz.

çünkü onun sevgisi ancak siz onun yanındayken sizle birliktedir. o yanınızda yokken mutlu olduğunuza bir türlü inanmak istemez.

işte o meşhur deyiş bu durumu çok güzel açıklar.

"faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar."

ama işte bir şeyin hakaret, eleştiri ya da herhangi sizi etkileyen bir yorum olması için onu duymanız gerekir.

duymadığınız bir şey sizin üzerinizde iktidar kuramaz çünkü.

iktidarınız geçersizdir. iktidarınızı meşru kılmak için uzak bir ülke seçin. bu diyardan size ekmek çıkmaz.

duymuyorum anlatabiliyor muyum?

23 Nisan 2010 Cuma

kehanetler gerçek olsa keşke...,


elis iki resim arasındaki 7 renk farkını bulmaya çalışıyor:


ilk resim eskiyen yüzüyle karanlık ve can sıkıcı bir hikaye anlatmaktaydı. sureti buğuluydu ve sesi cızırtılı gelmekteydi. elis'de zaten eskiyen bir resmin sesini duymak için çaba harcamaktan çoktan vazgeçmişti.

hep "-mış" gibi yapmaktaydı ilk resim. bir bedene sahip olmak için savaşmaktaydı. inadına olamamaktaydı. hiç olmamıştı belki de. artık onu kimse sahiplenmek istemezdi. çünkü en parlak renklerinin hala göz almakta olduğu zamanlarda bile kimse onu benimsemek istememişti.

öylesine karalanmış bir resim olduğu belli olmasın diye de parlak boyalarla maskelenmişti. ömrü de o adi parlak boyalar kadar kısaydı işte. maskede düşünce geri kalan ömrünü o çirkin yüzüyle geçirmek zorunda kalmıştı zavallı resim. neyse ki yüzüne de kimsenin baktığı yoktu.

elis mi? o resmin duvardaki varlığını bile unutmuştu.

ikinci ressam öylesine naif öylesine doğal renklerle donatmıştı ki resmini elis, diğer resme bakarak harcadığı zamanı düşününce aradaki renk farkları iyice belirginleşti.

ilk resim yeraltının derinliklerindeki en adi yaratıkların yaşadığı gizli barınaklardan alınmış boyalara bulamıştı yüzünü.

ikinci resim ne kadar da elis'e benziyordu öyle! bunun üzerine elis, farketmeden yedi rengini de yağmurdan sonra ressama teslim etmişti. gökkuşağı gibi öylesine inanılmaz, öylesine nadir bulunan renkler...

işte böyle hissetti elis.

o ressama izin verdi resmini çizsin diye. çünkü bunca zaman işte o ikinci ressam "ben senin resmini çizmek istiyorum demiş" ama elis eğlenerek gerçekleri unuttuğu kır gezintileri yüzünden onun kırılgan sesini duyamamıştı.

yine de ressam sabırla bekleyen eserine değer ve emek veren gerçek bir sanatçıydı.

tam da şu anda elis, ressamın karşısına geçmiş korkusuzca en güzel duruşunu sergilemekte.

ağır, ağır ama yüzünün her zerresindeki en küçük ifadeyi hesaba katarak ressam elis'in tüm hayal kırıklıkları ve güvensizliklerini yüz çizgilerinden silmekte. yeni bir yüz vermekte ona.

yavaş çok yavaşça ama elis'in tüm hücrelerine işlercesine...

izlemeye değer bir manzaraydı.
elis diğer resmin bahsini artık hiç açmayacaktı.
şehrin en pis çukurlarında yüzmekti o resmin kaderi.
ikinci ise.....

işte o resim elis'in bunca zaman sakladığı tüm renklerinin bundan sonra yegane yansıtıcısıydı. ressamda o renklerin sahibi...

resim halen daha çizilmeye devam etmekte ve elis'de en anlamlı bakışlarıyla ona değer katmaya çalışmakta.

resmin bitmiş halini kestirmek çok zor ama bu, çarpan kalbinin neşeli melodisini dinleyen elis'in şu an en son düşündüğü şey.

ama bildiği bir şey varsa o da resim bittikten sonra dalları gökyüzüne uzanan bir çınarın gölgesinde ressamla birlikte uçsuz bucaksız bir manzarayı ve hayata kattıkları anlamları izleyecek olmalarıydı.

bu, diğer gezegenlere yaptığı yolculuklar sırasında elis'in kulağına çalınan bir kehanetti.

kehanetler gerçek olmaz belki ama bu renkler mutluluktan ağlatırcasına kalbe dokunan hakikatlerdi.

21 Nisan 2010 Çarşamba

atmosfer dışına yolculuk sırasında,



çocukla konuştu elis beş bin ışık yılı süren bir yolculuk sırasında.
aniden uyandı sonra.
sabah ışıkları hiç bu kadar canını acıtmamıştı.
sorun yolculuğun bitmesi değil yolun sonundaki kara delikti.

sonra yeniden gün ışığına başka bir gözle bakmayı denedi.
başını gözyüzüne tam çevirmişti ki gösterişsiz penceresinden
birdenbire gökyüzünün yarıldığına şahit oldu.

ewet ewet gökyüzü yarılmış güneş ışığı onu atmosferin dışında bir yere çekmişti.
ilk anda nefes alamadı belki ama
yolunun üzerinde bulutlarla konuşup mutlu oldu ve bunu unuttu.

gezegeninden uzaklaşmaktaydı.
belli ki başka bir gezegenden çağırılmaktaydı.
yolculuğu sevdiği için bir kez daha mutlu oldu.

elis bulutlara dokunmuştu bir kere...
anladı ki atmosferden çıkmanın geri dönüşü yoktu.
ve o yolculukta korktuğu her şey bulutların arasında kayboldu.

19 Nisan 2010 Pazartesi

dere akmakta keyfim kaçmakta,



bilmem ki görüntülere takılıp alt yazıyı kaçırıyor olabilir misiniz ki acaba? oysa içimdeki herşey an ve an altyazı olarak ekranda geçmekte. görüntü sadece maskelenmek zorunda olan şeylerin bir aracı belki de.

kendimi en iyi ifade edebildiğim şey hep yazı oldu sanırım. görüntüye göre hep daha kalıcı ve derinden...

işte o yüzden görüntü akıp giderken altyazılar flash haber olarak alttan geçmekte.

okuyup okumamak size kalmış.

ama yazının kalıcılığına aldanıp suyunu çıkarmamanızı temenni ederim. neyin kalıcılığı olmuş ki flash haberlerin olsun bu hayatta.

yakalarsanız olay olur. güzel olur. ya da belki kimbilir felaket olur.

yakalayamazsanız reklamlar girer araya haber kaçar gider ve haber değeri de kalmaz önemi olan ne varsa satır aralarında uçar gider mevsimlik kuşlar gibi.

eskiden olsa okunmayan gazete hala yenidir derdim ama devir o devir değil sanki. herşey o kadar hızlı akmakta ki bir bilgiyi zamanında yakalayamadığın zaman ara ki bulasın!

şu anda bile o kadar çok ayrıntı kaçırdınız ki asla farkında olmayacaksınız. bu yazıyı bin defa da okusanız ilk defa okuduğunuzda satır aralarında kaçırdığınız şeyler kadar hayati bir öneme sahip olamayacak hiçbir şey.

bir defa da anlamak her zaman daha değerlidir. değerli vaktimi harcamayınız lütfen. zira felsefedeki o meşhur deyişle bir derede asla ikinci kez yıkanamazsınız.

çünkü ikinci kez aynı dereye girdiğinizde su aynı su değildir. ilk deneyiminizde teninize dokunan su çoktan akıp gitmiş başka sulara karışmıştır.

zaman geçmekte, dere akmakta, keyfim kaçmaktadır zira.

16 Nisan 2010 Cuma

öyle mi?

bir adım atsam koşacak, geri adım atsam kaçacakmış gibi...

ne bana benzemekte ne size.
hepimizle oynamakta utanmadan hem de.

benim merak ettiğim her gece tam da bu zamanlarda
onun da şehri batar mı?

onun da hayallerini üzerine kurduğu
oyuncak gökdelenleri
var mı?

var.

ve bence her gece bu oyalandığım
onun oyunlarının ışığı...

15 Nisan 2010 Perşembe

bakışmak ve başkalaşmak,

bu nasıl anlatılır bilinmez. sanırım daha çok aşık olunca olur. önce sımsıcak olur içiniz, sonra birdenbire buz gibi. etrafınızda anlamsız bir boşluk hissedersiniz. sanki vücudunuzun etrafında daha önce olupta şu an eksikliğini hissettiğiniz bir şeyler varmış gibi...

başkası göremez o eksikliği yalnızca siz hissedersiniz. hareketlerde bir ağırlık, yaşamsal isteklerde anlaşılmaz bir durgunluk. sonra aniden dolupta taşmak üzere olan beyninizin ve ruhunuzun tüm fazlalıkları bedeninizin en uzak noktalarından gözlerinize ulaşır. işte o anlamsız ifade de ondan kaynaklanır genelde.

hep ağlıyormuş gibi ama hiç ağlamadan. her an sevinecekmiş gibi ama hiç sevinemeden.

işte elis, tam da böyle bir hal içindeyken bodrum katındaki loş ışıklı kitap odasına doğru yavaşça yürümeye başladı. öyle yavaştı ki her adımında bir yıl daha geçiyor ve yaşlandığı yüzündeki her çizgiden açıkça belli oluyordu.

olmaktan en çok mutluluk duyduğu yer orasıydı. ulaşmak biraz zaman almıştı ama sonunda varmıştı. yavaşça kapıyı araladı. tek isteği biraz avunabilmekti.

ne olduysa odaya tam anlamıyla girdikten sonra oldu. birdenbire kitap dolu ahşap rafların hepsi üzerine doğru gelmeye başladı. kaçtıkça her yanından onu sarıyorlardı. oysa ki önceleri en sevecen, en anlayışlı dostlarıydı onlar...

kitaplar, kaçıp saklanmak istediği şey neyse ona dönüşmüşlerdi acımazsızca.

ve aslında onlarda biraz yaşamak gibiydi. diğer insanlar gibiydi. sıradan arkadaşlar ve belki de derin dostluklar gibiydi.

ne kadar ağırlaşırsan her şey o kadar üstüne gelmekteydi işte.

"ama" dedi elis ve devam etti.

"bunun nedeni ne o, ne diğeri ne de bir başkası. bunun tek bir nedeni var... hep bir başka şeye dönüşen ama asla o başka şeyin onun yerini tutamadığı bir neden!"

sonra o siyah kediyle göz göze geldi ve ilk defa gözlerini hiç ayırmadan kedi kafasını çevirene dek gözlerinin içine baktı. kedi de ona baktı hayretle.

sonra dönüp gitti kedi. elis'e göre bu olaydan sonra ikisi de artık başkalaşmışlardı.

ama yok yine de her şey hep aynıydı. başkalaşan "şey"ler içinde her ne varsa eskisi gibi öylece durmaktaydı.

her zaman hep böyleydik.
aynı yerde ve aynı şekilde.
ne şekil ne de yer değiştirmek imkansızmış gibi.
küçük bir ayrıntıyla başkalaşmak çok zor.
o zaman mutlu olalım.
her şey hep olduğu gibi yerli yerinde...

ve ben...

Akşam Yıldızı

Yaz ortasındaydı
Ve geceyarısı
ve yıldızlar yörüngelerinde
Ölgün ölgün pırıldarken
Daha parlak ışığında
Kendisi göklerde
Köle gezegenlerin arasında
Işığı dalgalarda olan soğuk ayın
Soğuk tebessümüne dikmiştim gözlerimi
Fazlasıyla-fazlasıyla soğuktu benim için
Derken kaçak bir bulut
Geçti örtü niyetine
Ve ben sana döndüm
Yükseklerdeki iştihamına
Mağrur akşam yıldızı
Senin ışığın daha değerlidir benim için
Çünkü yüreğime mutluluk verir
Göklerdeki gururun geceleri
Ve daha çok beğenirim
O alçaktaki daha soğuk ışıktan
Senin uzaklardaki ateşini.

Edgar Allan Poe

13 Nisan 2010 Salı

o filmi izlemeyecektim,



kurun, kurulun, izin verin ki sizi de kursunlar!
ama yeter ki kurgunun bir parçası olun!


bir senaryo yazıyorum önce aptal gibi kendim de inanıyorum sonra. başlıyorum ona göre rol yapmaya. acıktım diyorum yemek yiyiyorum, istiyorum diyorum isteğin odağındaki nesneye koşuyorum, seviyorum diyorum tek başıma raks ediyorum...

kurmacanın doğasına uyanınca insan, nelerle avunurken gerçekte neleri kaçırdığına daha iyi ayılıyormuş...

neyi istedim, ne yaptım, kimleri gerçekten sevdim, kimlere -miş gibi yaptım!

kimler bana ne söylediyse kulak arkası yaptığımı sanarken beynimin en derin yerine işlemişim farketmeden. acı veren "kurgu" bu işte!

belki de herkes başkalarının istedikleriyle her akşam bir saat gibi kurulup her sabah da o saatin alarmı gibi ötmeye başlıyor. ve sonuçta herkes başkalarının düşündükleri, söyledikleri, kendisi adına istedikleri üzerinden hiç istemediği bir hayat kurguluyor.

yani sanırım herkes başkalarının yarattığı kurmaca bir gezegende, olduğu yerde taş kesilmek üzere etrafına çizilen bir daire içinde sınırlandırılıyor.

herkesin gerçeği aradığını sanmıyorum. ama arayanlar için kurmacanın suratına kapanan kapı nerde ben de bilmiyorum açıkcası.

Tanrı bilir.

ben artık sadece benim adıma kurgulanan güzel hikayelerden gerçek bir hayat yaratamayacağımı biliyorum o kadar...


kurgu, bir gerçeğin hakkına tecavüz edip kolayca bir yalan üretebilir ama bir yalandan bir gerçek asla yapamaz.

o zaman zor olanı yapıp beni şu anda güzelce uyutan bu sıcacık yalanları terk etmem gerekecek.

yalan olsun benim olsun yeter ki beni ayakta tutsun diyemeyeceğim maalesef... zaten şu ana kadar diyebilsem eminim ardında birçok çetrefilli gizli gerçek barındıran ama "görünüşte" mükemmel bir hayatım olurdu.

fakat ardımda, önümü ardımdan korkutacak hiçbir yabancı madde görmek istemiyorum.

o vakit, artık herşey benim istediğim gibi olacak.

11 Nisan 2010 Pazar

kurtarabileceğim gezegenler adına,




uzaylılar tarafından kaçırılıp dayak yemiş ve bomboş bir gezegene bırakılmış gibiyim.
yalnız böyle hissedince şunu farkettim. zaten hep böyleymişim...

asıl bomboş olan geldiğim gezegenmiş! içinde bana ait hiçbir şeyin kalmadığı, olanların da harman gibi savrulup umarsızca tüketildiği ve varolduğunu sandığım şeylerle cahilce oyalandığım biz gezegen.

bunun da farkına varmam gerekiyormuş demek.
farkına varabiliyim ki kurtarabileceğim başka gezegenlerim olsun!

9 Nisan 2010 Cuma

hurdacı,



"insanın evi hiç kendine yabancı gelir miydi?" diye düşündü elis.

çünkü ev, elis'in içiydi ve dışıydı. ruhuydu ve bedeniydi. aklıydı ve duygularıydı. işte bu karşıtlıkların hepsini harmanlayabilmekti ev inşa etmek. tabii böyle olunca da çatışmalar doğuyordu zaman zaman ve birleştirip bir bütünlük yarattığı parçalardan isyan edenler oluyordu ara sıra.

o zaman "ev"e yabancılaşmak olası bir durumdu. çatışmayı görmezden de gelemezdi elis. çünkü insan her şeyden kaçıyor ama evinden kaçamıyordu. dünyadaki yegane sığınağı orası olunca bir de...

seçim yapmak zordu yer değiştiren duygular ve düşünceler arasından.

insanların davranış ve tutumlarının nedenini anlamak zor değil imkansızdı elis için. "daha kendi eylemlerimi anlamlandıramazken nasıl olur da bir başkasının davranışlarının gerçek nedenini öğrenebilirim" diye düşündü.

haklıydı da.

o zaman anlamaya çalışmak nafileydi. duygular ve düşünceler konusunda karar vermek gerektiğinde yapılacak şey onlar arasından en "kuvvetli" olanları seçmekti. yanılgı payı yüksek olan bu matematiksel işlemde kesin ve net sonuçlara ulaşamayacağımıza göre...

o zaman duygular ve düşünceler arasından en kuvvetli olanlar baz alınacaktı. aksi halde matematiği zaten zayıf olan elis'in bu problemleri çözmeye küçücük elleri yetmezdi.

zaten hayatta kesin sonuçlara ulaşmayı hiç istemezdi elis. bir "şey"in özü kendini teslim ettiği vakit -ki bu kuvvet ölçümünden sonra çok kolay ortaya çıkmaktaydı- geride kalan her neyse teferruattı.

eğer bir düşünce hiçbir şeyle yer değiştiremeyecek kadar ısrarcı bir güce sahipse beyninizde o düşünce kuvvetliydi.

ve bir duygu eğer hiçbir şeyle yer değiştiremicek kadar şiddetli bir baskı yapıyorsa kalbinize o duygu kuvvetliydi.

işte bunlar dışındakiler hurdaya çıkabilirdi artık. ancak kuvvetli duygu ve düşünce parçalarından gerçeğe en yakın bir bütünlük oluşturulabilirdi.

zaten elis'in evinde sırf bu yüzden çok eşya yoktu. önce birden arsızlık edip bir sürü şey alıyor sonra bu formülden yola çıkıp hepsini evinin önünden düzenli aralıklarla geçen hurdacıya veriyordu.

elis ne kadar az eşyaya sahipse o kadar mutluydu. evdeki kalabalık ancak gerçekleri ört pas etmeye yarıyordu.

gerçeklere ulaşmasını sağladığı için elis'in hurdacıya olan minneti gün geçtikçe artmaktaydı.

7 Nisan 2010 Çarşamba

çocuk...,



elinde kendi kendine verilmiş tek bir çiçekle şimdi sadece bir ona-görelikler kalabalığında...

öyle işte "çocuk"... sana çocukları çok sevdiğimden daha önce bahsetmişmiydim "çocuk". ben kendi hayali gezegenimde bir çocuğum bunu hissedebilmişmiydin "çocuk". sen de bu dünyadan değilsin daha ilk gördüğümde anladım. çok geç ve yanlış bir zamanlamaydı keşfetmek için haklısın. ama insanların gerçekten ne düşündüklerini bilebilsek ilk anda! nasıl da çekilmez olurdu kimbilir tüm dünya...

senin de benim gibi keşfetmeye adanmış dünyan hiç çekilmez değil ben biliyorum "çocuk".

elimde kendi kendime verilmiş tek bir çiçekle şimdi sadece bir bana-görelikler kalabalığında...

geç keşfeden ama çabucak ve sımsıcak alışan da benim işte. adım bile koyulmamış daha sen dokunmadan şekil almasın diye saçlarım.

bütün ömrün boyunca şu herkese görelikler kalabalığında dikkate değer tek "sır"rım bu kadarcık.

sırrım;

senin çocuk olman,
benim "çocuk kalbi"ne olan düşkünlüğüm,
birbirimizi teğet geçen her bakışma çabasında bunu hatırlamamdır.

bilmem sen istersen çocukla çocuk olma.

ya da... belki de...

hedefi bulan bir bakışma sırasında ara sıra hatırladığım bir şeyi bir daha hiç unutmamak üzere beynime, dünyama, dünyana, bulutlara, gezegenlere, pamuk şekeri kokan yollara, ..... kazı ve sonra........

çocuk, çocuk, çocuk, çocuk,...... diye konuşabilirim sonra bulutlarla özgürce.

nasıl ki şimdi içimden sonsuza sayıda "çocuk" diyerek bağırmak geliyorsa!

6 Nisan 2010 Salı

ideolojik olmaz mısınız?,




ideolojiler; aslında bizim günlük insani gereksinimlerimizi karşılamaya yarayan tamamen alışkanlıklarımız, güdülerimiz ve ihtiyaçlarımızı temsil eden araçlardır.

her kavram gibi o da doğasında ne taşıdığıyla ilgili olarak olumsuzluk ya da olumluluk etiketlerinden biriyle itham edilecek olursa "olumsuzluk" damgası onun kaçınılmaz kaderi olur.

ben de sevmem ideolojik olanları. "bağlılık" taşır özünde çünkü. oyuncağına sarılıp güvenle uyuyan çocukları anımsatır bana belli bir ideolojiye bağlılık duyan insanlar.
ama sevgisizliğim kadar takdirimde o insanlarındır. bir şeye bu kadar bağlı olmak, onun dışında hiçbir şeyi görememek ve adanmak. ne güzel derim işte o zaman "belli" bir duruşları var hayatta.

hiçbir zaman bir şeyi delicesine savunacak ve onun arkasında her şeye rağmen duracak kadar "kararlı" bir insan olamadım maalesef. şimdi düşünüyorum da "ideolojik" olmak güzel şeymiş aslında. ruhun ve aklın ihtiyaç duyduğu birçok şeyi karşılardı böyle bir duruş. herkes bir şeye inanmaya "ihtiyaç" duyar çünkü. güdülerimizde varmış öyle diyorlar. inanacak bir şey bulduk mu sarılır, sonra ona alışır, sonra alıştığımız şeye bağlanırız.

inançsızlık yavan bir şey.

ama işte her şeyin ihtiyaçtan kaynaklanıyor olduğunu düşünmek incitici. inandığınız şeyin özünü erozyona uğratan onu kıran ve inciten bir şey. bir ideolojinin başka bir ideolojiyle yer değiştirmesi mesela. o zaman şimdi daha önce inandığına o kadar da inanmamışssın demek ki. işte o zaman "ideolojik" bir yaratık olduğunu anlar insan.

eğer hayatı tek bir fikre göre yönlendirirsek sonunda anlamsızlaşıyor o fikir dışındaki "diğer her şey". ama eğer fikirler yer değiştirirse bir gün o zaman hayatta sahip olduğunuzu sandığınız tek şeyle birlikte "her şey" de anlamsızlaşır. o daha acı.

bendeki ideolojik yönelim bu günlerde öyle kamuoyunu meşgul eden ciddi meseleleri değil de daha insani bir durumu işaret ediyor.

diyorum ki umarım benimki bilinçaltımdaki bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyordur. "benim ideolojim" gerçektir. sanırım öyle değil ama olsun ben böyle mutluyum. ideolojime sarılıp uyumak güzel.

hem yetişkin insanlar arada bir çocuk olunca iyi oluyor. hayatın tadı, tuzu yerine geliyor valla oh be! çocuklar öyle ideoloji falan bilmez hem. bağlanır giderler bir oyuncağa. kaybolunca ağlarlar, bulununca gülerler, hiç bulunmaz zaman geçerse de hiç olmamış gibi unuturlar. hiçte gocunmazlar.

işte bir yetişkin bir oyuncağa bu muameleyi yaparsa -ki biz ona hadi "ideoloji" diyelim- o zaman tutarsız, adi bir insan oluyor. niye ya?

çünkü bir öncekine tam inanmamış demek ki ihtiyaçların ve güdülerin kendini sürüklediği bir nehirde boğulmuş sadece.

eğer gören duyan olursa kral çıplak derler bir de üstelik.

çocuk olasım var!

hayır hayır benimki gerçek!

tanrı bu hayatta tüm insanlara tek bir ideoloji nasip etsin inşallah.

etsin ki sahip olduğumuz o tek bir inancında sonradan "ideolojik" olduğunu anlayıp üzülmeyelim.

şartlar değişti demek pek inandırıcı gelmiyor çünkü. insan başkalarını kandırıyor ama kendini zor biraz.

2 Nisan 2010 Cuma

bulutlar... ahh.... bulutlar,



gökyüzü ile yeryüzü hızla birbirinden ayrılmaya devam ediyordu. elis, bulutların üzerinde bu müthiş değişimi ve akıl almaz doğa olayını izliyordu.

oysa tek başına olduğunun farkında değildi. nasıl olduysa birdenbire yükselmekte olanın sadece kendisi olduğunu anladı. diğer herkes aşağıdaydı ve ona küçük görünmeye başlamışlardı. "büyük bina" lar bile nasıl da heybetini kaybetmeye başlıyordu?

çocuk gözlerini kirpikleri kaşlarına değene kadar açtı elis. muhtemelen o da aşağıdan bakanlara küçük görünüyordu. öyle ya yükseldiğimiz ölçüde başkalarına küçük görünürdük biz. neyse ki elis'in küçük olmakla ilgili hiçbir sıkıntısı yoktu.

bu yolculuğu hakedicek ne yapmıştı?
bunu hakedicek ne yaptıysa da bu yolculuğu sevmişti.

bulutların üzerinde yükselmeye devam ediyordu.

tek sorun bir gün o bulutların yağmur olup yağması ve o anda elis'in olağanca hızıyla yeryüzüne çakılma ihtimali olmasıydı.

ama hiç yolu yoktu. uçmak bir tutkuydu ve bulutlar onu terk etmediği sürece gökyüzüyle dans etmekten kimse onu alıkoyamazdı.