30 Haziran 2010 Çarşamba

KElEBeKLeR uçuşurken,

şimdi bayım bugün birisine "yazmamı" en çok hakeden kişiye geldi sıra. yani size... yarın benim için yepyeni bir gün olacağı için bir gün atmasını bekliyecektim ama bu teşekkür bir gün daha bekleyemezdi ya da ben sabredemezdim. zira bir önceki yazının mimarı biraz da sizsiniz belki.

öyle sanıyorum ki gözyaşlarım olsaydı bu sabah mektubunuzu aldığımda ağlardım. çünkü öyle bir andı ki o... bir şeyi bilmekle birisinin söylemesi arasındaki farkın vücut bulduğu o en sevdiğim zaman dilimi.

elis'i sevmişsiniz bir kere anlamaya çalışmışssınız en azından. o zaman bence siz de sütün kaymağının tadına bakmaya cesaret edenlerdensiniz. istediğiniz gibi hatta bence gayette yerinde bir hareket olacağını düşündüğüm üzere elis'in sesinden cevap vereceğim size.

öncelikle sanırım elis, yalnız yürüdüğü için değil çölde başkalarıyla yürüdüğü için hayal gücünü büyüttü ve çürüttü. ve bu yüzden bu satırların sahibi kendisiyle birlikte elis'i de serbest bırakmaya karar verdi. çünkü en az elis kadar tek başına yürümek istiyor artık.

atsız şövalyelere gelince aslında onları bulmayı pek düşünmüyorum. çünkü atsız şövalye olmayacağını sanırım herkes gibi ben de biliyorum. yani onlar cinsiyetsizler, suretsizler ve kifayetsizler. çünkü sadece sizin gezegeninizin gölgeleri ve sadece sizin zihninizdeler üstelik. yani demek istediğim yoklar onlar. ya da iyi ki de yoklar onlar...

zırhı olan her şeye karşı verdiğim bir savaş var sadece benim. onları ancak bir araç olarak kullanabilirim bu yolda. bu satırların sahibi de her gece kutsal mabedin önünde aynı benim gibi "tanrım beni insanların kibrinden, zırhından ve manasızlığından" koru diyerek dua ettiği için onun hayal gücü olmaya çalışıyorum sadece. çünkü öyle bir gezegen olmadığı için onu bu handikaptan ancak "öyle olduğunu hayal etmek" kurtarabilir.

ama son olarak ki en en önemlisi bu. ne "o" ne de "ben" bu satırlar size ne söylerlerse söylesinler hiç mutsuz olmadık. çünkü mübalağa olmasaydı sanırım hayat daha renksiz ve eğlencesiz olurdu... belki biraz kandırmak biraz -mış gibi yapmak ama öyle işte.

burada yazılanlar kadar mutlu ya da mutsuz bir hayatı yok sanırım "o" nun.

* * *

ki elis'in en sevdiği arkadaşı ona en ciddi olduğu zamanlarda bile münasebetsiz şakalar yapan "kukla" adını verdiği oyuncağıdır. oyuncağın o sorumsuz şakalarından sorumlu olan tek kişide yine "kukla"nın sahibidir.

* * *

sanırım bir kelebek size beni hatırlatmış. bu dünyada beni zaman zaman hatırlayan nadir kişilerdensiniz o zaman. bunun için minnettarım..... minnettarız... ben de o da...

ve emin olun bayım bu satırları yazarken gülümsüyoruz... bu satırların içinde de mutluluk var üstelik. hatta sanırım bir Yunan Tanrısı olmamız istense Baküs'(roma mitolojisi'ndeki adıyla)'ü tercih ederdik seve seve. hayatı bu tercihler üzerinden yaşayan insanların sonu ise dozunda şarap tüketimine geri dönüş oluyor.

ki bu iyi bir şey... çok iyi bir şey... şarap ve eğlenceden arınmak ve ayılmak...

bir süre büyük binaların ve eli sopalı bilgiç kadın ile adamların söylediklerini uyguladıktan sonra olympos'a'a geri döneceğiz nasıl olsa...

* * *

sayenizde söylenecek ne kadar çok şeyim olduğunun farkına vardım. dinliyorsunuz diye de anlattım durdum. sanırım uzun bir süre de pek anlatmayacağım. ama sizin anlattıklarınızı dinlediğimi de bilmenizi isteyerek. devamı gelsin mutlaka. yazmayı bırakmayın bayım...

:)

"reenkarnasyon"a VAR mıSINız?,

"kendimi kendimde bir kez daha tanırken beni benimle bulmanız için bir şans daha olsa... reenkarnasyona var mısınız bayım? sizi temin ederim ikinci oyun ilkinden her zaman daha eğlencelidir."

kitabını yazmaya başlamıştı elis... bu bir sırdı üstelik. hepinizi kendi silahıyla vuracaktı aslında. çünkü o gösterişli gezenin masmavi duruşunda; deniz kabukları çürüyüp sahili kirletecek, pembe pamuk şekeri ağaçlarını toprak içine çekecek ve nemenem sahte bir güzellikse bu pürüzsüz mavi duruş, onu bu hikaye ters yüz edecekti. nitekim öldürecekti elis yüzyıllar öncesinden kalan tozlanmış kelimelerle o eşsiz sanılan gezegende gösterişli ve güzel adledilen ne varsa...

ama bir daha görmemek için değil asla... hiç öyle olmadı ve olamadı zaten. reenkarnasyonu deneyimlemek gibi düşünün.

"bir ikinci kez"in tadı her zaman daha lezzetlidir.

bu gamsız dünyanın gamını alırken elis, sütün kaymağını almış aslında farkında değil belki de... çünkü sütün kaymağını öyle herkes sevmez. yalnızca onu almaya cesaret edenler bilebilir tadını... bu gezegenin bize sunduğu eşsiz bir doğa olayıdır.

işte siz buna cesaret edemiyorsanız eğer, ben bunu herkes adına yapacağım.

ama bir ikinci dünyayı beklemeyeceğiz. hepimiz yaşayarak öğreneceğiz bu defa.

* * *

bugün bir bilge ama -"ulu" bir bilge- "spekülasyona kaçmadan" dediğinde bana, gözlerimi kaçırdım utanarak. çünkü öğrenme hevesiyle geldiğim o sade döşenmiş ama parlak mağaraya ilk ayak bastığım gün dile getirdiğim teorik kaygılarım yine açığa çıkmıştı. gözlerimin düştüğünü görünce "hayır, hayır" dedi. "ben spekülasyonu yadsımıyorum küçük hanım. yalnızca bu gezegende sizin işinize yaramaz..."

biraz beni avutmak için söylemişti. biraz da ulu bir bilge olduğu için kendisine bahşedilen "hakikate rağmen gerçeği görme" yetisi vardı işin içinde. tesadüf ki az önce beni tanıdığına az çok inandığım bir adam da "somut" la "soyut"u ayıramayanların trajik hikayelerini anlatmıştı bana. benim hikayelerim olmasa bile inandırmıştı bir şekilde.

* * *

ennihayetinde elis, tırnaklarımı etlerine geçirmek için yeryüzünün bulutların arasından beklendiğim yere gitmeliyim. ben sorunun cevabını buldum ama bu sandığım gibi seninle sonsuz bir birleşmeye neden olmayacak. bir süre ara verdikten sonra ilişkimize, ara sıra buluşup sevişebiliriz sadece. ama her zaman gizlice... çünkü kimsenin senin bir fahişe olduğunu düşünmesine izin vermeyeceğim. ikimiz için bu en doğru cevaptı. ve bu cevap ömür boyu aramızda bir sır olarak kalacak.

sonuçta ikimizi de bu yorgun yolculuklardan ve sürekli deri değiştirmekten kurtararak özgürlüğümüzü takdim ediyorum. ama bu sonlu bir ayrılık olacak seni temin ederim. öyle olmasaydı her gece rüyamda gidecek olduğum cehennemi görürdüm.

oysa ki artık her sabah uyandığımda tüm bu cehennemin ortasında, sadece cennete gideceğimi hatırlatanları görüyor ve bundan sonra da sadece onları görmeyi tercih ediyorum.

* * *

böyle de "aşağıya indirirler" gökyüzündekini diymi :)

aşağıya indirmek bir küfür müdür yoksa iltifat mı?

güzelliğimizi tazelediğine göre tabii ki... her ikisi de.

26 Haziran 2010 Cumartesi

dilimlenmiş karpuz meselesi,



"ellerini kullanmadan dilimlenmiş karpuzu yemeğe var mısın?" dedi genç adam.

bir süre ne dediğini anlamaya çalıştım sadece. öylece anlamsız mektubunu okudum. çocukluğumu hatırladım sonra. ne demek istediğini anladım o zaman. söylediği biraz anlamlı biraz da saçmaydı belki...

ama işte unuttuğum şeyleri hatırlattı bana. çocukluğunu az çok sokakta oyun oynayarak geçirmiş birisi olarak oyunun en güzel yerinin bir dilim karpuzla bölündüğünü şimdi çok net hatırlıyorum. kim bilir kimin ne dileği vardı ya da kim bilir kim biz orada öyle gayesizse oynarken yavaştan izin istemişti hayattan yola çıkmak için. bizse kimin ne sebeple hayır yaptığını umursamıyorduk sanırım. o en keyifli oyun arasının tadını çıkarıyorduk sadece.

ve ben bunu tamamen unutmuşum. o kadar unutmuşum ki bomboş baktım bir an için o satırlara. nerede hata yaptığımı bulmuş oldum böylece. dün aynada yeni yeni çıkmakta olan üç beş beyaz saç teline bakarken hep geleceği düşündüğümü farkettim. geçmişe bakma derler ya genelde. bakmak lazım aslında. insanın unuttuğu şeyler mutlaka oluyor. ve bu bile keyiflendirebiliyor bizi anlamsız bulduğumuz bir şekilde.

ay tutulması var bu gece. bunun da bir anlamı var mıdır bilmiyorum. zira "ay"ı görmeyeli uzun zaman oldu. her şeye de bir anlam da yüklememeli insan. bunu da zaten hayat öğretiyor. birinin söylemesine gerek kalmıyor.

hem deneyimlenerek öğrenilen şey her zaman daha kıymetlidir bana göre.

yine de dilimlenmiş karpuzun kıymeti bir başka bu gece benim için.

minnettarım bayım.

çünkü "basit" , karmaşık olan birçok şeyden çoğu zaman daha güzeldir. ve sanırım o karpuz şu an hayatımdaki birçok şeyden daha anlamlı.

23 Haziran 2010 Çarşamba

çocuk ve fahişe,



elis'e ulaşmak için son joker hakkımı da kullanmıştım. geriye bir tek seçeneğim kalmıştı: dolaysız bir şekilde sorunun cevabını vermek.

bunun için mucizeye ihtiyaç vardı.

mucize diye bir şey yoktu.

hayır bayım vardı aslında. işte tam da bu yüzden insanı salt bir nesne olarak gören bilimsel gerçeklere hep mesafeli durdum.

mucize vardı.

olmalıydı. çünkü elis'in gezegeninin ışığı sönmekte hem de sonsuza dek. onu yakalamaya gücüm yetmiyor.

korkuyorum elis, çok korkuyorum. sen yoksun ve şimdi büyümek zorundayım. beni terkettin çünkü senden aldığım gücü umarsızca harcadım. atsız şövalyeleri bununla suçlamamalıyım. onların bunda hiç payı yok çünkü. onların görünmez olduğu yerde ben hala görünür bir şekilde kalan paramı da düşünmeden harcamaktayım. düşünmek istemememin nedeni senin yokluğuna verdiğim farkındalıksız tepki. bu günahları işlerken inan hiç düşünmüyorum. diyorum ki çünkü onlar benim yaşamdaki tek ışığım olan hayal gücümü çaldılar. senin adını bana unutturmaya çalıştıkları için kızıyorum onlara. ama biliyorum ki onların hiç bir suçu yok. bugünler de yine yapmak üzere olduğum şeyler gelip sana günah çıkartmama neden olacak. ama sen olmayacaksın elis, bundan korkuyorum.

çok sevdiğim gezegenin birinde öylece çürüyecek ve bana kendini unutturacaksın ben hiç anlamadan. pekiy niye mi hala böyle davranmaya devam ediyorum?

çünkü sorunun cevabını bilmiyorum elis,

başka gezegenler arıyorum ama o kadar karanlık ki kapılarının ardı... yoooo hayır aralasamda açmadım hiçbirini tam olarak.

senin kadar benim de hakkım var ağlamakta. çünkü benden götürdüğün şeyler artık ağlamama bile izin vermiyor. beni nasıl bu kadar kibirli, sevgisiz ve ruhsuz yapmayı başarabildin kendinden mahrum ederek. üstelik bu istemediğim özellikleri kullanarak yaptığım şeyler gezegeninin ışığını sonsuza dek kaybetmeme neden olacak.

sanırım bir daha hiç oyun arkadaşım olmayacak elis... eğer benden mahrum edersen yaşamdaki yegane sermayem olan ışığını.

şimdi ben gerçek değilim bunu ikimizde biliyoruz. tek samimi gerçeğim omzuma çarpıp geçen onca asalaktan daha az gerçek olmam sadece.

ya da ben yaramazlık yapmaya devam edeceğim elis. inanmadığın için beni deniyorsun ama sorunun cevabını bilmiyorum ve cavaplayamam. o zaman hiç yoklarmış gibi davranarak bulutların yanından geçip atmosfer dışına çıkıcam ben de.

intikam alacağım senden ve sanırım cehenneme gideceğim...

eğer zaten hayat hayal gücü hırsızlarını değil inananları cezalandırıyorsa ve eğer zaten benim cezam da hazırsa...

..."cehennem başkalarıdır" (sartre) elis evet haklısın ve sen gelene kadar onların cehenneminde yanmaya devam edeceğim...

...

"kibir"li insanın tanrısı kendisidir.

kendi cezasını kendisi verir,

18 Haziran 2010 Cuma

bağlantı hatası,




senden günlerdir haber alamıyorum elis.

gezegenlerimiz arasındaki tek bağlantı olan "hayal gücü ışığı" bir gece aniden görünmez oldu. öyle sanıyorum ki atsız şövalyeler ben uyurken zırhlarını bu bağlantıyı koparmak için kullandılar.

onlara ulaşmaya çalıştım ama zırhlarını çıkarınca görünmez oldular. şimdi nerde olduklarını pek bilmiyorum. bizimle yaşıyorlar ama buna dair en ufak bir ipucu yok.

dolayısıyla sensiz yolda yürürken bana eşlik eden yine benim kuru gölgem.

kuru gölgeler ve ben loş ışıklar altında yürürken hep seni düşünüyorum. nasıl olduğunu biliyorum ya içim rahat. sen hep düşünüyorsun, seziyorsun ve sonuç ne olursa olsun seviyorsun. bu yüzden sen hep iyisin.

ben, aklım ve duygularım kısa bir yolculuğa çıktık. malum sen yokken hayat çok sıkıcı oluyor. ama onların da pek iyi bir yol arkadaşı olduğu söylenemez. çünkü hiç konuşmuyorlar. hep ifadesiz bir şekilde karşıya bakıp önlerinde giden yolu takip ediyorlar.

keşke sen olsaydın mutlaka beni keyiflendiricek bir yol bulurdun.

bu şartlar altında kötü ve anlamsız bir insanım. sanırım bir süre daha böyle devam edeceğim.

ben yokken bahçedeki ayrık otlarını temizlersin, kırlarda gezersin belki...

atsız şövalyelerin istilası son bulduğunda bir evim olduğunu hatırlamama izin verilecek.

geri döneceğim elis,

14 Haziran 2010 Pazartesi

duvar-mış,




arkasındakiyle paylaştığımız tek ortak nokta olan "duvar" bu işte.

ikimizde o kadar aynıyız ki aslında arkasında birbirimizin olduğunu bilmeden aynı duvara çarpmaktayız. hem de belirli aralıklarla durmadan, bıkmadan, usanmadan!

o kadar da naziğiz ki bir de!!!! komşular duvarın sesinden rahatsız olmasın diye her sarsıntıda yaralanmış bedenlerimizi susturmaktayız bağırmamaları için!!!!

aslında duvara baktığımızda gördüğümüz aynalarımızdan kendi suretimiz sadece.

senden bir tane daha görmek dünyanın en korkunç manzarası olsa gerek! zaten aynalarda bu yüzden hep biraz ürkütmüştür beni.

garip olan arkamda sonsuz bir alan varken kaçamamak sadece. duvarın yarattığı mıknatıs etkisi beni kimi zaman eteklerimden kimi zaman saçlarımdan yakalıyor. kaçmaya çalıştığım o duvarı tırnaklarımla kazıyışım her defasında daha yıkıcı oluyor.

bir gün tırnak darbelerimle yıkılmış duvarın önünde ikimiz olucaz. arkada olanın sadece kendimiz olduğunu anladığımızda güler miyiz acaba yine hiçbir şey olmamış gibi.

sadece bir duvar yıkıldı mı deriz ki tüm umarsızlığımızla?

ya da ben de o duvarla birlikte toz olur gider miyim kaçmaya çalıştığım gezegenin neresi olduğunu bilmeden...

işin kötü tarafı o duvarın bir ömür boyu içimizde yer edecek kadar sağlam olması.

kaçıcaz bir gün evet duvardan kurtulduğumuzu sanarak. ama yıkılmadığına göre ne bir adım geri ne bir adım ileri gitmiş olucaz.

aslında duvar hep orda kalacak!

biz sadece o duvarla ve o duvara rağmen yaşamayı öğrenicez. zamanla etkisi azalıcak, unutulucak...

geriye dönüp baktığımızda gülümseriz sanıyorum.

"madem duvar vardı niye sınırı geçmeye çalıştık?" deriz.

belki de bu kadar sağlam olduğunu bilmediğimiz için. daha da korktuğum şeyse nedenini asla bilemeyecek olmamız...

saçma,

12 Haziran 2010 Cumartesi

günah çıkarılan bir şey mi?




geçmişten daha gerideki şey gelecekteki geçmişliktir. geçmiş belki bir nebze olsun ilerletir, geleceğe bağlanma potansiyeli taşır içinde ama gelecekte bir geçmiş görüyorsan iş işten "geçmiş" demektir.

nasıl ölüdür o vakit doğan bir gün, nasıl yaşlanmıştır küçücük çocuk; nasıl bulanırsa boş bir mide öyle işte.

sanırım biraz gelecekteki geçmişi kusmam gerekiyor. her defasında bir sonraki günün hava tahminini yaparak "aaaa hiçte şaşırmadım tam tahmin ettiğim gibi demek" pek eğlenceli değil bence.

bugünlerde şaşırdığım şeyler var gerçi. geri döndürülemeyecek arkadaşlıklarım mesela. herkeste bir kırgınlık, bir dargınlıktır gitmekte.

oysa ki hayatımdaki en önemli bağlardan biriyken ve bu kadar özel bir önem atfetmişken belki de biraz duyarsız ya da istemeden kayıtsız olmuş olmamın cezasını çekiyorum.

doğada gerçekten ödül ve cezaya dayalı evrensel bir döngü var. buna inanmaya başladım bugünlerde. yalnız anlamadığım niye dönüp dönüp bana geri geliyor. ya da bu kadar hızlı ve arka arkaya!

kendimi tam da bugün tavşan gibi hissediyorum. yalnız "havuç" yok ödül olarak. kıçıma batan ayrık otları var sadece.

"ok yaydan çıktı!" lafını kendime rehber edindiğimden beri uzaktan uzaktan okun nereye doğru saplanacağını izler oldum.

gidebileceği en uzak yere kadar gidebilme kabiliyetine sahip benim güzel oklarım!!!!

ama şimdi "ok"uda attım "yay"ıda bir süre sadece manzarayı izlemek istiyorum.

gözlerim o kadar yorgun ki...

10 Haziran 2010 Perşembe

hayat öpücüğü,




gerçek bir çocuk olmayı becerebilmeye bir yıl daha yaklaştım...

evet; ancak ve ancak ruhumuz gerçek kurtuluşu, çocuksu özgürlüğü, bulutlara dolaysız dokunuşu yolun sonunda yaşayacak.

ne kadar mı karamsarım?

her gün bunu düşünerek yaşama daha da çok bağlanıyorum çünkü. ancak böyle affedebiliyorum, sevebiliyorum, vazgeçebiliyorum, daha uzağa gidebiliyorum... aradığım "düş"ün bu ülkede zaten olmadığını her anladığımda, yaşayacak olduklarıma bir adım geride durmanın anlamı kalmıyor.

her şeye bir "tad" bahşedilmiş bu hayatta. bir gün ondan yarın bundan bir dilim ama arsızlığa kaçmadan ve gerektiğinde aç kalmasını, diyet yapmasını bilerek!

ve şu an çikolatalı pasta tadı var dudaklarımda.

bunu yaşamla paylaşmak niyetindeyim.

yaşamın tam dudaklarına isabet ettiricem dudaklarımı ve bir öpücük kondurucam. o da benimle paylaşıcak mucizelerini, heybetini ve sürprizlerini!


buna inanacak kadar çocuk olmamı seviyorum işte! bir yaş daha küçüldüğüm için bu yüzden bu kadar mutluyum!!!!

9 Haziran 2010 Çarşamba

kont dracula,


bugünlerde en sevdiği oyuncağı benim.

o kadar oyuncağın içinden hiç tereddüt etmeden beni seçiyor kaç aydır her gün oyun saati geldiğinde.

zaten aslında diğerleriyle de pek oynadığını görmedim. ama o kadar oyuncağı varken böyle bir çocuğun benim gibi bir oyuncağı seçmesi çok ilginç geliyor bana. bakışları öyle sert ki... "pembe yanaklı ve kırmızı dudaklı bir deniz kızıyla ne işi olur bu asi çocuğun diye soruyorum hep kendime."

üstelik arkadaşları ona "kont dracula" diyorlar. çünkü en sevdiği oyuncağının aslında benden de fazla "karanlık" olduğunun onlarda farkında.

o küçücük karanlıkta ihtişamlı bir şato inşa etmiş kendine ancak yine kendisinin görebildiği.

ben bazen bakarken korkuyorum ama yine de o başını uzattığı zaman şatosundan dışarı kanlı katil sureti birden siliniveriyor kafamdan. görmediğim zaman türlü türlü canavarlar çıkacak şatodan diye kuruntu yapsamda onu gördüğümde o şatodan yine çıkacak olanın sadece deniz kızı ile oynayacak "masum kont dracula" olduğunu biliyorum.

korkuların büyütüldüğü yer karanlık. karanlık da bilinmeyene olan merakımızın zihnimize yansıması sadece.

niye bekliyoruz karanlık odanın kapısında merakla, korkuyorsak pekiy?

çünkü korkmayı seviyoruz.

karanlık: "burda korktuğunuz her şey ve daha fazlası var. bundan da korkmuyorsanız zaten ölmüşsünüz demektir" diyor.

böyle bir yaşam belirtisinin neyin delaleti olduğu hiç belli olmaz.

,




noktalar hep kesin konuşur. üç nokta sonu gelmeyen bir lakırtıdır. bir tek virgüller iyidir. asla olmayacak olandır ama hep bir ihtimaldir.

bunun neresi iyi derseniz sabrı öğrenmektir derim ben. sabırdan herkes nefret eder. virgülse yumuşak bir geçiş gibi görünür en kötü zamanlarda sabırdan nefret edenlere.

oysaki geçiş yok öğrenmek var aslında.

ve ben dün sabah uyandığımda arasında ayraç olan binlerce bitirilmemiş kitap biriktirdiğimi farkettim.

her ayraç bir virgüldü ve bir sonraki sayfaya emin adımlarla gidecekleri her hallerinden belliydi.

kızdım sonra kendime. okunmuş yerlerini kesip aldım ve de bunun üzerine. sonra dedim ki:

"işte bunların hepsini birleştirip bir kitap yapıcam şimdi. ne kadar saçma görünsede mutlaka bir ortak noktaları olmalı!"

başka başka insanlar, bambaşka düşünceler olacak o kitabın içinde. asla bir başka insanın düşüncesinin sonunu göremeyiz. ancak okuduğumuz kadarından çıkarımlar yapabiliriz.

o zaman demek ki yarım bıraktığımız her insandan bir şeyler çalarız isteyerek ya da istemeden. sonuç asla önemli olmamıştır. sonunu bilmediğimiz bu dünyada yaşamak sonunda ne olacağını bilmediğimiz bir yaşamı sürmek gibi mesela.

virgüllerden önce çalabildiğim kadarını bir güzel birleştirsem bence bir noktaya ulaşırım.

descartes'in metodunda olduğu gibi; şüphe, şüphe ettiğin şeyden hiç şüphe bırakmayacak kadar emin olduğun zaman bırakılması gereken bir şeydir.

bir gün ben de olucam şüphesiz. işte o zaman ben de virgülü bırakıcam ve kesin konuşucam.

ama çalıntı kitabım bittiğinde...

5 Haziran 2010 Cumartesi

...

gerçekten iğneyi tanrı vermiş elbiseyi biz dikicekmişiz. ben iğneyi tanrı verdi ne dikeceğimizi biliyor gerisi gelir sanmıştım.

bildiği şey nasıl dikeceğimizmiş.ve ben başarısız bir terziyim.