30 Aralık 2011 Cuma

ışık beni bulsa bu yıl,



şimdi ben size ne söylersem söyliyim biliyorum bu karanlıkta duymayacaktınız ve görmeyecektiniz. karanlık bilindiğinin aksine sadece görüntüyü değil sesi de içine alan bir şeydi çünkü.

neyin karanlığı olduğunu ne ben açıklayabilirim ne de benimle ilgili benim bilmediğim bir şeyi siz bana söyleyebilirsiniz.

o halde karanlık bir ekranı seyredalarak uyuyakalalım.

ama uyusam bu defa da yarın yeni bir yıl olucak. ah ne çok isterdim o umut dolu nağralarınızdan atmayı mahalle aralarınızda gezintiye çıkmışken tek başıma.

evet uyursam yeni bir yıl olucak ve ben bu şartlar altında yeni bir yıla hazır değilim.

ama birgün ben de bu nağaralardan atarak mahallenizde,karanlıkta uyuma isteğinize taş koyacak ve ışığınızı cebren ve hileyle yakmanıza neden olacağım.

bol ışıklı yıllar herkese,

17 Aralık 2011 Cumartesi

misi-niz?



Bugün dünyaya bir de onların gözünden bakmaya çalıştım elis... sevebileceğim bir yan bulurum diye yanlarına yakın olmaya çalıştım.

dünyaya bir başkasının gözüyle bakmak dünyanın en erdemli hareketiymişse de insan sevmemeyi de bilmeliydi sevdiğine hak verdiği kadar.

bu sabah kalktıktan sonra yataktan yastığım altında onlar için bir şeyler aradım elis ama bulamadım.

gece yatmadan önce aldıklarımı geri koyacağım büyülü düşler bırakmamışlardı akıllarda. ne vardılar ne yoktular...

ya kapalı kapılar ardında gizli planlar yapanlar ya da kapalı zihinler içinde karanlık düşüncelere kapılanlar. hiçbiri benim dünyamda yoktular.

"ışık nerdeyse gölge ordadır"

sahte ışıklarınızın aydınlattığı yer benim gezegenim değil

ben, elinden tuttuğum o şövalyeyi gezegenime götürüp gerçek ışıklar altında birbirimizi taçlandırmaya başladığımızdan beridir o dünyaya bulaşmış çamurlu eteklerimi de çektim gitti.

ışığımdan karanlığınızı, gerçek düşlerimden sahte kabuslarınızı, heyecandan uçuşan eteklerimden ellerinizi çekiniz.

o sahte kibarlıkla söylüyorum: Lütfen!

9 Aralık 2011 Cuma

sevgili şövalyem...







o gece benimle dansa kalkan tek şövalyeydi
ve o şövalye o gece ilk defa dansa kalkıyordu
ikimizde adımlarımızı şaşırdıkça traji-komiktik.
o pisti izleyipte orda olmamış olmak trajik
şimdi ilk defa dans ediyor olmak komikti.

komikti çünkü yetişkin insanların çoktan yapmış olmaları gereken o dansı
biz geç yaşımızda keşfetmiştik
şimdi tecrübesiz yaşlı bir kitap biriktiricisi olduğumu düşünmeye başladım
hiç okunmamış kitapların arasında bilgeliğiyle övünen o kadın ben mişim..

ben kitap okumayı boş zaman aktivitesi sanmıştım değerli şövalyem
oysa tam da şu an hayatımın romanına önsöz yazmak üzereyim.

açıkcası okumayı daha yeni öğrenmişim
bu alfabemin ilk harfleri
ve tüm cahilliğimle roman yazmaya koyuldum

tecrübesizliğimin ve şaşkınlığımın verdiği aptallığı saymazsanız
sonsuza uzanan gökyüzü görkemli şatomuzun tavanı olsun derim
çevremizdeki tüm bilgi kirlilikleri arkamızı döndüğümüz tehlikeli ormanlar
güzellikler de baktığımız yön olsun

masallarda iyiler ne kadar mutlu oluyorlarsa biz de o kadar aşık olduk...sonsuza kadar.


karşılaştığım ilk,tek ve gerçek şövalyeye

8 Kasım 2011 Salı

mektubunu bekliyorum,

kapı eşiğinde oturmuş O'nun mektubunu bekliyorum elis...

kaynağı mutfak musluğundan gelen nehrin suyu bacaklarımın arasından geçerek eteklerimi ıslatıyor... su kapı eşiğini geçtiği vakit kasabanın sonsuzluğuna karışıyor elis...

kasaba gözüme o kadar sonsuz görünüyor ki evimizin çitleri bir anda demir parlaklıklara dönüştü O'nu beklerken.

pempe pamuk şekerleri ağaçlarıyla bezenmiş o yolu birlikte yürüdüğüm adamla beni evimden çıkmaktan alıkoyan karanlık arasında sıkışıp kaldım.

yine de çiçekleri, kuşları, kitapları, ağaçları, balıkları görebiliyorum ya umudum hiç geçmiyor.

ama hava daha da kararmadan evime dönmeliyim elis...

para biriminin olmadığı bir dünyayı düşleyip üzerimdeki tüm demir parçaları mıknatısa kapılmadan önce cebimden atmalıyım.

sonra şu an bunları düşünmemeliyim diyorum.

aşkla O'nun mektubunu bekliyorum elis...

galakside beni heyecanlandırabilecek başka hiçbir şey yokken başka şeyler düşünmenin anlamı yok sen de biliyorsun.

ve biliyorsun ki gezegenimize "aşk"ı getiren ilk ve tek şövalye o!

uzun yoldan o ağır zırhları taşıyarak kapımıza geldiğinde ne kadar yorulduğunu görmemiş miydik? ve gözgöze geldiğimizde samimi bir misafir edasıyla zırhlarını kapının eşiğine bırakıverdiğinde şaşırmamış mıydık?

şimdi ben hiç gelmeyeceğini bildiğim bir mektubu bile sonsuza dek beklemez miyim elis?

19 Eylül 2011 Pazartesi

bir ağacın hikayesi,



"Seninle olmak için gidemem,çünkü zaten oradayım ben.
Sen küçük değilsin,çünkü artık büyüdün,yaşamanın zevkini çıkarıyorsun hepimiz gibi kendi ömürlerinin arasında oynayarak.
Doğum günün yok,çünkü sen hep yaşadın;hiç doğmadın ve asla ölmeyeceksin.
Sen ana baba dediğin insanların çocuğu değil,varolanları anlamanın parlak yolculuğunda onların serüven arkadaşısın.
Bir dosttan gelen her armağan mutluluğun için bir dilektir,bu yüzük de öyledir işte.
Doğum günlerinin ötesine ve sonsuzluğa doğru özgürce ve mutlulukla uç.
Sonra dilediğimiz zaman buluşacağız,sonu hiç gelmeyen bir kutlamanın ortasında....."

"Uzak Diye Bir Yer Yok"
Richard Bach


"bir sabah senle aynı ritme sahip bir kalple yanyana uyanınca anlarsın. tüm o mesnetsiz insan suretlerine gönderme yapıp mutluluktan ağlarsın."








iki yanı pamuk şekeri ağaçlarıyla uzayıp giden o yolda birlikte yürüdüğüm

sonsuz yeşillikleri ve uçsuz bucaksız kırları birlikte izlediğim adam...

sen doğdun ya uzak diye bir yer yok artık.

rüyamın gölgesi üzerine düşmüş

ben hissettim, sen resmettin

ve o ağacın altındaki gölgeler biz olduk şimdi.


tüm o şehrin uğultusunun içinde basit bir hayatımız vardı... basit insanlardık. tüm sıkıntılarımızın içinde tüm hayallerimizin ötesinde birden kendisini buluverip başkalaştığımız o büyülü şey birbirimizdik.

bizi bu kalabalığın ortasında o basit yaşamlarımızdan çekip alan şey öylesine bir akşamda sıradan bir sohbetin içinde karşılaşmamızdı sadece. tüm o sıradan olayların, yerlerin ve beynimizi işgal eden öylesine insanların içinde nereden bilebilirdik ki mucizevi şeylerde vardı. biz öylece yaşarken en beklenmedik sıradan bir gecede bizi bulabilirdi işte...

şimdi eğer o adam bugün doğmuşsa yapabileceğim tek şey bunu gezegenin bana verdiği bir armağan olarak kabul edip tanrı ya her gece yatmadan önce dua etmek ve her sabah gülümseyerek uyanmaktır.

çünkü biz bu gezegende bize ayrılan o dairenin içinde durmaktansa uzay aracımıza binip kendi gezegenimize yol almayı ve orada uçsuz bucaksız yeşillikleri izlemeyi seçtik.

ve ayrı bile olsak gezegenenimizi yanımızda götürdüğümüz her yerde artık hep birlikteydik...

sonsuza dek...

30 Ağustos 2011 Salı

balıklar gece uyur,



sahil kıyısındaki görkemli şatomuzda okyanus manzarasını izlerken sen bizi okyanusta uyuyan iki balık olarak hayal ettin elis.sonra...

* * *

birdenbire okyanusta uyuyan iki balık olarak uyandık. dünya hiçbir anlam uyandırmayan bir olaylar yığını olarak bizden çok uzaklara yol alan daha yolun başındayken hafızamızdan silinmiş renksiz bir gemi oluverdi bir anda.

aslında uyku birbirimizi özlememek için tercih ettiğimiz bir yaşam aktivitesi değildi. biz daha çok birbirimizi izleyerek uyuyakalmaya programlanmıştık. Ama şimdi sırası değildi. Çünkü bir başkasının hayaliydik.

* * *

balıklar gece uyurdu ve kötü niyetli balıkçılar onları uykuda avlamak için beklerlerdi görünmez olup karanlıkta. ama bizim için önemli olan şuydu: okyanus tek ve birdi.sınırlarımız sonsuzdu ama sınırlarımız ikimizi hep aynı daire içinde koruyacak şekilde sınırlıydı. ne yazık ki dünyalı balıkçılar da hayaliydi elis'in...

balıkçılar zihnimizdeki zehirli düşüncelerdi. balıkçıların attığı yemlerin içinde bu zehirler öylesine saklanmışlardı ki. ve ben o gece çok ağladım elis...

gözlerimizi sımsıkı kapatarak sadece birbirimize kilitlendiğimiz halde bilmeden göz kapaklarımıza nasıl yenik düştük anlamak zor. belki...

sonuçta biz o yemlerden yemiştik. zehirlenmiştik.

kötü niyetli balıkçıların olduğu bir dünyanın okyanusunda aynı daire içinde kalmak...

* * *

bu bir oyundu... artık bizim için dünya sonsuz bir oyun alanı, okyanus evimizdi.

balıklar gece uyurdu elis. balıkçılar zehirli düşüncelerimizdi.

sonra biz o gece ilk defa yaşadığımız şeyi birbirimize itiraf ettik. balıklar zehirli düşüncelerin kaynağı olan balıkçılara değil birbirlerine aşıktı.

ve ben sadece mutlu sonla biten hikayeleri severim elis...



9 Ağustos 2011 Salı

garip soslu eşsiz yemek tarifi,



....birbirimizin sevdiği şeyleri sevmesekte birbirimizi sevmeye devam edebilirdik. ayrı gezegenlerden olsakta birlikte aynı olmayı başarabilirdik elis...

* * *



bahçede çiçekleri sularken ne kadar yaşlandığımı ve güzel şeyler yaşamak için zamanımızın ne kadar azaldığını farkettim. birden bu kısa zamana nasıl sığdırıcaz birlikte yapmak istediğimiz onca şeyi diye düşündüm. keşke daha önceden mi karşılaşsaydık acaba?


ama sen bana eşsiz bir yemek tarifi verdin sonra. buna göre biz değişik baharatlara sahip iki ayrı sosu andırıyorduk. yemeğin o eşsiz lezzetini bulması için sosların bir süre dinlenmesi gerekiyordu. ee işte çünkü o eşsiz lezzetin sırrı da sosların birbirine karıştığında o lezzeti yakalamayı hakedecek kıvama gelmiş olmasındandı.

karıştık sonra birbirimize...

gezegendeki yerimiz iki noktadan bir doğru yapmaya bile yetmiycek kadar küçüktü. ama gezegene tadını tuzunu veren de o küçücük yer işgal eden mucizevi karışımdı. en azından bizim gezegenimizde...

* * *

ve işte elis pembe pamuk şekeri ağaçlarıyla bezenmiş sihirli yolumuzda yürümeyi en az bizim kadar değerli bulucak bir dünyayıyla karşılaştığım için mutluydum. üstelik o da en çok o ağaçları sevmişti.

çünkü...

biz yemeğe o eşsiz lezzetini verebilecek kadar birbirine ahenkle karışmış ve karışarak aynılaşmış iki ayrı sostuk.

iki ayrı gezegende yeterince beklemiştik ...

pembe gölgeli yoldaki ayrık otlarını temizledik.

dizlerimiz titreyerek adım attığımız o yolda hızlıca yürümeye devam ettik elis,

5 Ağustos 2011 Cuma

ikimiz için,


bugün çöldeki kum tanelerini düşündüm; ikimiz için değişik bir şey yaptım elis...


evet öyle yaptım. çünkü artık değişik bir hayatımız var. senin gezegenine fütursuzca kısa seyahatlar yapabiliyor sonra döndüğümde kendi gezegenimi de sevebiliyorum elis...

biz hep denizi düşünürdük. öylesine bir gemiyi ve kurtulmak için gemiden eşyaları atmayı... hangi eşyayı sorusu hayatımın yegane meşguliyetiyken yaşamak zordu... atla diyen bilge bir sese kulak verdim. sadece benim duyabileceğim bir frekansta ve tüm diğer dünyalı yaratıklar uykudayken bağırdı bana: "ATLA!!!!!"

şimdi sen o gezegeni yeniden taçlandırdın çocuk olup geri gelişinle. ne çok büyümüştün, çirkinleşmiştin ve lağım çukurlarında ağlarken simsiyahtı suratın.

ama ben seni hiç öyle hatırlamıcam kendime söz verdim.



çünkü sen şimdi birlikte inşa ettiğimiz o gezegeni yeniden aydınlatıyorsun. geceleri ışığını göremesem de sesini duyuyorum ya içim rahat. ne naifliğimden rahatsız bu dünya ne de spekülasyonlarımdan...

evimizi, pembe pamuk şekeri ağaçlarıyla dolu o yolu, hatta bahçemizdeki ayrık otlarını bile özlemiştim. temizleme öyle kalsın hatta. çünkü onlar bugün açan o eşsiz çiçeklerin tohumuydu. onları görmesem bugüne hiç inanmazdım.

metaforlarda sadece ikimizin gezegeninin masum oyuncakları olarak kalsın elis...

çünkü onlar burada acı çeken insanların silahları.

benimse silaha hiç ihtiyacım yok artık.

kalbim varmış. sevebiliyormuşum.

hem de çok elis...

30 Nisan 2011 Cumartesi

çöpe akan gözyaşları,




ancak kendisi olduğunu unuttuğunda
sana uzaktan ışıklarını gösteren
ve bu parlaklığa aşık olmanı sağlayan o şey...

her adımında daha bir kaybolur renkleri
sen küçücük kalırsın yaklaştıkça
onun boyu göğe yükselir

parlaklığının tadı kaçar
buz keser soğukluğundan vücudun
hayallerle yaşayıp
kırıklarla ölmek
sonunu bildiğin bir filmi defalarca izlemek gibi işte....

boğazında düğüm düğüm olan seni şair yapmaya yeticek o kelimeler
tüm iç organlarını delerek bağırsaklarına dolanıp
dışarı akar
sonuçta boktan bir şair olursun.


ve geriye kalan tek ihtimal tanrı olacağını sandığın yerde tanrı ya daha yakın olmak için ölmektir...

ölümlü olduğunu bile bile bu dünyanın ışıklarına aşık olmanın bedeli
tanrı yla bu dünyada tanışmaktır belki.

aslen hepsi bu olabilir mi?
ne bir insan, ne bir yer ne de başka hiçbir şey
son zamanlarda gördüğüm en parlak ışıklı şey
bilerek ve isteyerek saklı gizli çöpe attığım
gözyaşlarım,

3 Nisan 2011 Pazar

adı konulmamış bir dünya yok mudur?



adını anmayacağım...

çünkü her şey "şey"lere isim verme alışkanlığımızla başlamıştı ve bu kanser bütün hücrelerimize işleyip bizi tüketmişti.

ama sadece bugün bir insanın sevmiş olma ihtimali üzerine düşündüm ve bu uzun süredir ilk defa tüylerimi ürperten tek duyguydu...

şöyle düşün:

uzaya fırlatılan bir metal parçasının içinde ölmek üzere olan bir astronottum dünyaya dönme şansım için yanıp tutuşuyordum. ama artık dönmek istediğim dünya da benim bıraktığım yer değildi. sonra ondan da vazgeçtim. sonra birde ölemedim de. orada öylece yaşayamadım da. sonra yeniden dünyayı düşündüm. hatırlayamadığım ama beynimi zorlayıp hatırlamak için kendimi tükettiğim her şeye lanet ettim.

sonra o mavi kürenin üzerine kustum.

öyle düşün işte... bana hak ver sonra kendine verdiğin kadar.

doğaya dönme şansı için yanıp tutuşuyordum ama matrix in içinde ölüyordum. çünkü bir kere hapı yutmuştum ve...

bir metal parçasının içinde ölmeyi yeğlediğimi düşündürtme ihtimaline aşık olmuştum aslında.

yoksa ayaklarım çoktan ıslak toprağa basmıştı ve imha edilmişti o uydu gökyüzünden usulca seni izlediğim...

bu benimkisiyse o mavi küreyi kendi yollarımla imha etme adına yazılmış bir manifestoydu sadece.

yoksa bir önemi yoktu
benim insan bedenim zaten sonu imhasına programlanmış bir zavallıydı tüm diğer zavallılar gibi

ben asla imha olmayacak olanın peşindeydim. ve o şimdi senin yanındaydı,

elis...

20 Mart 2011 Pazar

daha güzel bir dünya hayali tehlikeli ve yasaktır,




canım yanıyor elis...

ışığını görmek mi? gökyüzü bile görünmezken sisten ve karanlıktan...

hava şartlarıyla ilgisi yoktu bugün hava durumumun. bu karanlığa "insan" yol açmıştı ve doğa bizi cezalandırıyordu. sen o her daim hayal ettiğim ve delicesine özendiğim gezegenin birkaç önemsiz ayrık otundan bile utanırken burada ayrık otları zihinlerimize, kalplerimize, suretlerimize ve bedenlerimize tecavüz etmekte.

sev dediğinde kalbinden önce bacak arasını açan bir gezegen düşün!

en küçük organizmadan en büyüğüne kadar herkes ve herşey zehirlendi. tek bir insanın zehrinden başlardı önce bu salgın. sonra şehir olurdu sonra ülke sonra dünya dediler ona.

kibir, ego ve hırs yüklü insanlar etten duvarlar örmüşlerdi seninle aramıza. seni düşünmem tehlikeli ve yasaktı elis...

15 Mart 2011 Salı

kolay kadınmışsın elis,



karlar erimişti. galaksi seni ayağıma getirmişti. kır kahvaltısı mucizevi olsa da aramızdaki kar fırtınalarını sadece benim görmem sana baktıkça büyüyen göz bebeklerimle...

* * *

atlıyordum. belki yazdı ve hava sıcaktı. havuzun cazibesi karşı konulamazdı. en kötü ihtimalle önümdeki uçurumu böyle hayal ediyordum. bir adım sonra ölücektim.

ama hayat böyle bişeydi. kibir en büyük günahtı. önünüzdeki nimeti beğenmeme şansı kaç kez bahşedilir tanrı tarafından yaratıklara.

neyin içine düştüğümü asla bilemeyecektim içinde olsam bile. belki yıllar sonra az biraz anlama şansı verilirse neden sonra anlamış olurdum. hepsi bu.

* * *

neyse ki sen yıllar önce neyin içine düştüğünü anlamıştın yıllar sonra. hayır çünkü bunu sen söyledin.

bir kez olsun cümleye nasıl başladıysanız o şekilde bitirmenizi istiyorum. bütünlük yok ve bin parçaya bölünmüşüm beyninizde.

gezegen acaip. canım yanmasın diye kalbinizi öyle destursuz çıkartıvermeyin diye dua ediyorum.

* * *

elis kimi zaman karlara resimler çizmeye devam ediyordu. güneşli günlerde kırlarda ayrık otlarının üzerine uzanmaya bayılıyordu.

tesadüf değildi ve ayrık otları kıçına batıyordu.

hayatta hiçbir şey tesadüf değildi ve neden sonra elis bir fahişeydi.

fahişe kelimesi kendisine atfedilmiş en masum yaratıktı o.

ben ve o dışında hiçbiriniz fahişe kelimesini ağzınıza almayacaktınız. çünkü ikimiz de birbirimize çok benziyorduk. öyle görünmesede ne kalbimiz ne de bedenimiz kucağınıza atlamaya hevesliydi.

* * *

kendini atmakla atlamak arasında fark vardı.

ben atlarken orada öylece durmayın çekilin çünkü üzerinize değil üzerinizden atlıyorumdur muhtemelen.



atlıyordum ve tesadüf değildi.

11 Şubat 2011 Cuma

yüzyıl sonra döneceğim,


bu mektubu sana çok zor şartlar altında yazıyorum. çok az zamanım var. anlatmak istediklerimi anlatıp hemen yola koyulmalıyım.

bugün yine karlı bir gündü ve tüm kırlar boyunca dizlerime kadar gelen kara resimler çizerek eve ulaştım. içinde senin ve benim resmimizin olduğu karlar...

dün yine bana evlenme teklif ettin. yıllardır sürüp giden bir ritüeldi bu. beş yılda bir biraraya gelir sanki ilk defa karşılaşmışız gibi ciddiyetimizi takınır neden sonra yıllardır tanıştığımızın farkına varır kahkahalara boğulmuş bir sohbetin içinde buluruz kendimizi biz seninle.

eve gelmeden önce yine insanların gözlerinin içinden girip okyanuslarına daldım. yılanlarıyla seviştim. sevgi dolu bir sevişme olmadı seninle benim aramda olduğu gibi. onlar erotizmi biliyorlardı. bizse sevmenin ne olduğunu deneyim ediyorduk.

erotizmleri hayvansal içgüdülerine teslimiyetten geliyordu. her gün birbirleriyle savaşıyorlar ve sonra hiçbir şey olmamış gibi gece olunca birbirinden yalıtılmış kalabalıklara karışıp sevişiyorlardı. hani biz hiç tanışmamış gibi oluyoruz ya elien onlar da -mış gibi yaparlardı işte.

sana -mış gibi yapıyorsun dediğimde kızarsın. demeyeceğim.

bildiğim tek şey bütün dünya savaşıyor ve sen seviyorsun.

bunca yıl seni gözmezlikten geldim. ısrarcı bir inattı benimkisi. kadere olan bağlılığın kalbime, ruhuma ve bedenime yapılmış bir saldırı gibi geldi bana hep. oysa sen biz birbirimiz için yaratıldık dersin.

bu zinciri kırmak için çok uğraştım.

karları izlemek isterdim şimdi seninle. daha önce bir lunaparkta karlarla boğuşmuş onlara bulanmış içlerine dalıp pamuk şekerinden yapılmış ağaçlar çıkarmıştık. hatırlıyor musun gerçekten?

burada herkes hiçbir şey hatırlamadığımı söylüyor. oysa ki senle ilgili anılarım o kadar net ki elien...

az sonra gitmek zorunda olacağım.

ama belki hep gitmek zorunda olacağım.

oysa ki sen karlı yolları aşılmış uçsuz bucaksız kırların olduğu bir sonsuzluk vaad ediyorsun elien.

ben yine inat edeceğim sanırım. belki de bu masalın sonu hep kötü bitecek. eğer bir kader varsa hani gidilen yol nolursa olsun hep aynı yere çıkar ya işte.

kendime güvenmiyorum. hiç cesaret etmemiş bir kez bile dile gelmemiş bir kalbim var benim. seni sarıp sarmaladı ya ama en azından içim rahat elien...

unut o sıcaklığı.

sonsuzluğu unut, ölümlülerin evliliğini unut, o ağlamalarına dayanamadığım çocukları unut, o lunaparkı unut , kırları unut, kahkahalarımı unut, saatlerce süren anlamsız konuşmalarımızı da...

her cümlede senden biraz daha nefret ediyor, hemen sonra seni biraz daha seviyorum...

ve beni sevdiğin için seni asla affetmeyen içimdeki kötü ruhlu saçmalıklar kraliçesini öldürmem çok zor!

ona rağmen benimle yaşlanamazsın.
bırak dünya savaşsın
sen sev yine!

ama... bir sonraki masala kadar anlaşılmaz bulup dünyada seni en iyi anladığını iddia ettiğin o saçmalıklar kraliçesini unut.

beni sana getirmeyen bir galaksiye inanmıyorum.

yollar bir yüzyıl daha karlı elien.

karları aşmak için çabalayacağım.


şimdiyse inadımı unutamıyor sana gelemiyorum...

30 Ocak 2011 Pazar

çıplak ve mutlu,




ayaklarımızdan o kötü anıları toprağa akıttıktan sonra hesabımız görülmüştü.

mesnetsiz bir benzetmeydi orospu oluşun elis...

* * *

yersiz değildi sana geri dönüşüm. fırtınalarım durulmuştu. geriye fırtınanın gölgesinin düştüğü o ev hala güzeldi.

evi toplamıştı sonra elis. ayrık otlarıyla sevişmişti bahçede biraz da. sanki tüm gezegen gölgeliydi. her yerde şövalyelerin , zırhların ve hayaletlerin mezarları; hiç yoksa kulaklara sinsice süzülen sesleri vardı. çünkü sesler kaybolmazdı. hava boşluğunda dönüp dururlar, günün birinde tatsızca kulağa çalınırlardı.

o kadar da yıkılmamıştı o ev. baktı da bir şöyle. yıkılmaya değecek bir deprem olmayışına üzülse mi bilemedi.

herkes kendine yakışan kıyafeti giyip gitmişti sonuçta. kimse çıplak kalmamıştı. gezegenin en çıplağı kendisiydi. belki de orospu olması bundandı.

sonuç herneyse de o kendine yakıştıramadıklarıyla mutluydu.

7 Ocak 2011 Cuma

küfür en kutsal methiyedir,




gerçek şu ki seninle hiç konuşmak istemiyorum elis.
sen terkedilmiş bir şehrin lanetli bir hayaletisin.
beni boş bir gezegenin hayalleriyle zehirlediğin yetmedi mi?

gerçek şu ki en güzel hikaye yaşanmış olandı
ve sayende benim hiç gerçek bir hikayem olmadı.
beni milyonlarca ışık yılı uzaktaki bir gezegenin artık çoktan sönmüş olan
ışığıyla oyalamaktan bıkmadın mı?

çıplak ayaklarımızın ıslak çimlerde gezindiği yağmurlu bir günde
buluşmak isterdim seninle.
tüm küfürlerimi yüzüne tükürmek
beni içine aldığın sahte dünyayı yerle bir etmek isterdim darmadağın zihnimde.

evet haklıydı.
ne isimler kalmıştı artık ne yaşananlar.
yaşamın kendisi olmuştu bu lanetlenmiş gezegen.

aşık olunan tüm orospular kadar kalpsizdin.
binlercesinin seninle yatmak için sadece para vermesi yetmişti.
ama benim tek bir şevişme için tüm hayatımı bağışlamam gerekti.

hayır elis.
o kadın satıcısı gezegene geri dönmeyeceğim.
artık ben senden hayallerini satın almayacağım.
sen yaşaman için gerekli olan gerçekleri benden alabilmek için
bana yalvaracaksın.

evrenin tüm bilgi kirliliklerini çıplak ayaklarımdan
toprağa akıttığım o yağmurlu günde
evet...
benim de gerçeklerim olacak.

ve inan hepsini sana satacağım.
bir daha hiç geri almamak üzere hem de...

hayaletlerinle içini dolduramadığım zırhları sana armağan edeceğim elis...
yaşadıklarım gerçekti demeye layık bir hayatım olduğunda.