26 Aralık 2010 Pazar

heyecandan küle bulanmış yatağım,



heyecandan küle bulanmış yatağımda uyuyacağım bu gece...

* * *


uyanınca içinizdeki hayaletin ölmesine izin vermeyin. geceden kalan izler varsa eğer. ama... bu defa hayaleti öldürmek için onunla konuştum belki de sadece.

sonuçta bu gece "aşk" benim için aniden karşılaşmış iki zihnin çarpışması gibiydi. kelimelerle sarhoş oldum. beni daha fazla düşünmeye sevk eden ve heyecanlı bir kadın olmaya teşvik eden cümlelerinizin müptelası olmaya eğilimliydim.

haklısınız bayım!

renkler ve sesler her şeyi değiştirebilir bir anda.

bu gece olduğu gibi....

ne olduğunuzu nerden geldiğinizi asla tarif edemeyeceğim çok eski zamanlarda yaşamış atlı bir şövalyenin hayaletisiniz bana göre.

"eski zaman" lugatı kadın kalbinde derin etki uyandıran ince bir rötuştur.

ne garip! unuttuğum bir "kadın" oldum birdenbire siz bana böyle hitap edince...

bütün zırhlarımı indirip kelimelerinizin arasında boğulmayı göze alacak kadar derine battım.

tehlikeliydi oysa bu davranışım.

çünkü siz ve ben...

sadece şunu diyelim o zaman : "zihinlerimiz loş, rengine ve sesine kapıldığımız bir gecenin en karşı konulmaz saatinde çarpıştı"

güzeldik.

ve ben "başımı ağrıtacak kadar söylediklerinizi düşünüyorum bayım" diyebileceğim bir hayaletle karşılaştığım için bu gece;

"güzel"im...

5 Aralık 2010 Pazar

gülmek için mutlu olmak gerekmez,



bugün de içmiştik. sohbet edip eğlenmiştik. gülmüştük...

birgün sonrasının hüznünü bugünün keyfiyle temizlemiştik.

sonra mı?

öğrendik.

gülmek için mutlu olmak gerekmez.

çünkü "sen gülersen bütün dünya güler ve sen ağlarsan yalnız ağlarsın" cümlesini bir film karesinden ödünç alıp kendimize ders çıkarmamızın üzerinden yüzyıllar geçmişti.

yalnız ağlamak istemiyordum.
gülüyordum ve evet herkes gerçekten benimle gülüyordu.
içimden bir ses ise durmadan aynı şarkıyı söylüyordu:
"gülmek için mutlu olmak gerekmez."

uzun süredir kendim de dahil kendisine dürüst davranan bir canlıya rastlamamıştım.
işte bu nedenle bir ışık görürsem gezegenler arası bir yolculuğa çıkacaktım.
belli ki zamanı gelmemişti.

olsun ben beklerdim.

okyanusta yılanlarla sevişirken gülümserim.
nerde içten bir yaratık görsem kahkahalara boğulurum.
beklerim...

2 Aralık 2010 Perşembe

bugün güneşli bir gündü,





güneşli bir gündü....

o karabasan anında dualarla ışığı görmüştüm. ne garip görmek için ışığa ihtiyacımız olduğunu düşünürüz hep. oysa ki karanlıktan başka hiçbir güç insanın gözlerini böylesine açmasına neden olamaz.

gözbebeklerim karanlıkta büyüdü büyüdü ve... gerçeği görmek için o kadar uğraşmıştım ki bütün dünyam aydınlanıverdi bir anda.

insanın aydınlanmaya duyduğu karşı konulamaz açlık hiç bitmeyecek bir uğraştı. anladım...

bugün hep birlikte güzel uyandık. gelmiştim. bir daha gidicekmiydim bilemedim. ama gitmiştim bir daha gelmeyecektim bunu biliyordum.

çocukluk korkularım karanlıkla savaşmayı öğretmişti bana. şimdiyse onunla oyun oynuyordum.

anladım ki ışığı görünce bu defalık oyun son buluyor ve bir sonraki aşama için kazandığım ışığı iyi kullanmam gerekiyordu.

ve bugün güneşli bir gündü.

ağzımda hiçbir acı tat kalmamıştı. kör de değildim artık.

vedalaşmak için anlamanızı bekleseydim hep birlikte karanlıkta hapsolacaktık.

hepimizi kurtardım!

sizce artık "ee ne dersiniz" diye sorar mıyım?

şöyle düşünün.

güzel bir geceydi ve çok eğlenmiştik. gece nolduğunu düşünmeden sabah rahat bir şekilde uyanabildiysek "insana kendini iyi hissettiriyorsa eğer hiçbir şey kötü değildir diyelim."

ışığı kapatmadan önce birbirimize iyi geceler demeyi unutmuştuk sadece.

gece bitti.

olsun ama... en azından günaydınlar!

26 Kasım 2010 Cuma

olmadı elis,

kirli ve yırtık elbiseleriyle sokak serserileriyle oynamaktaydı. öylesine uzaktan izledim onu. saatlerce. artık kırların sonsuzluğu ve yeşilliklerin görkeminden eser yoktu. bataklık en sevdiği mekanı olmuştu.

üstünün başının kirlenmesi serserilerin yavan şakaları onu hiç rahatsız etmiyordu anlaşılan.

ve en kötüsü olmuştu. yüzünde acı bir ifade bile yoktu. o aşamayı çoktan geçmiş ruhu da vücudu kadar kirlenmişti.

yooo yooo ruhu yoktu sanki. yani en azından ben öyle hissettim.

ama içi hep aynıydı. sadece ışığını benden saklamaktaydı. zaten son olanlardan sonra çoktan bana arkasını dönmüştü biliyorum. ama şunu da biliyorum ki hala beni aramaktaydı.

seni o gezegende tek başına bırakmamalıydım elisss... beni sevmeyi bırakmazdın o zaman.

ama kaçmak.... biliyorsun işte. ben hep kaçarım.

bir bilgenin de dediği gibi pes etmeyi ve yeniden başlamayı seviyorum. işte bu yüzden hiçbir zaman tamamlanmış, eksiksiz bir hayatım olmuyor.

belki de senden kaçarak yanlış yolu seçmiştim. oysa ki geri döndüğümde seni bulurum sanmıştım. şimdi sana yeniden can vermek yıllarımı alıcak belki de...

* * *

böyle konuşarak saatler geçmişti. yine büyük binaların ardındaki lağımlarda ölü şövalyelerle çarpışacak serserilerin saldırısına uğrayacaktım.

yatmadan önce pencereden son birkez daha gezegeninin ışığını görmek için çabaladım.

olmadı elis.

24 Kasım 2010 Çarşamba

mutsuz böcekler,

çevrenizdeki tanrı-insanlara bakın. hepsinin içini biraz açtığınızda böcekler çıktığını göreceksiniz.

mutlu olmaya çalışan küçük çirkin böcekler.

baylar ve bayanlar o zaman bilin ki "mutlu olmayı istemek" sadece bir burjuva ahlakıdır.

bu ahlakın sizlere verdiği cesaret nelere yol açabilir sanırım görmek istemiyorum.

öyle ki insanlar yüzyıllar boyunca "uzak ülke" nedir bilmeden ait oldukları taşralarda sadece en temel gereksinimlerini karşılayarak yaşlanıp gittiler.

mutsuzlar mıydı peki?

belki evet belki hayır.

ama şunu biliyorlardı ki tanrılar gökyüzündeler sadece.

ve onların tanrıları vardı evet.

pekiy a sizin neyiniz var?

taşıyamayacağınız kadar ağır boylarınızı aşmış egolarınız.

ve tanrınız yok sizin.

tanrı sizsiniz.

üstelik burjuva bile değilsiniz.

o zaman mutsuz olmayı hakettiniz.

artık hem fakir hem mutsuzsunuz.

cebinizde "hayal gücü" satın almaya yeticek kadar paranız da yok. meteliksizsiniz.

ve o vakit kendimi kurtarılmış bölge ilan ediyorum .

böceklerle yaşlanmak istemiyorum.

16 Kasım 2010 Salı

büyük kadın olacağım,




eğer merak ediyorsanız yorgunum, tahammülsüzüm.

neyseki çok uzaktayım.

ne yazık ki döneceğim.

hüngür hüngür ağlamadım bayım. çünkü beni hiç gerçekten güldürmediniz.

bunları söylerken sen elis. sıra sana geldiğinde ise sana burada hiç ihtiyacım yok.

çünkü burada yaşamak için hayal gücüne gereksinim duymuyorum. burada gerçekten yaşıyorum.

sonunda farkettim ki elis ağladığını sandığım sırada göz ucuyla sinsice gülmekteydi. bana kal demişti ama gitmem için elinden geleni yapmıştı. içinden "en az 5 gezegenden kovulmadan buraya bir daha sakın geri dönme" demişti.

dediğini yapmaktaydım.

kovulmak için elimden çok şey geliyordu. çünkü içimdeki artık enerjiyi kendimi imha etmek için kullanıyordum.

ve dediğim gibi de o yoldan sizinle yürümüyorum.

söz verdiğim gibi her şey.

kovulmak ve yok olmak "er" kişinin erdemidir.

sonra mı?

büyük kadın olacağım!

doğa ananın emrettiği gibi çocuklarım olacak.

onlara gezegenler çürütmeyi öğreteceğim önce. sonra aşkla dolu yaşlanabilirim.

gördüklerimi unutabilirim elis. ve bir sabah uyandığımda kibirlerini evrene teslim edebilirim. evren güzeldir unutmasını bilene.

balık hafızalıyım. evrense fil.

belki evren bizi yeniden karşılaştırır.

ama hiç şüphesiz o gezegeni de yakacağım!

çünkü ben büyük kadın olacağım,

28 Eylül 2010 Salı

"dur! " dedi artık...



bu hikaye bugün bekleyemezdi. çünkü... sabırsız eliss.

terkettiğim yerde en berbat kıyafetleriyle ıslanmıştı. bıraktığım yemek artıklarının üzerinde sinekler uçuşmaktaydı. günlerdir açtı.

pişmanlık ve suçlulukla etrafında dolandım. oyuncağını hırpalayıp sonra buna üzülen o aptal çocuklar gibiydim artık. uyandırmak için itip kakmam ölü bedenini, elzem olmuştu. ona "ben bir deniz atı değilim" adlı şarkıyı söyleyip durdum. sesimin en çatallaşmış haliyle rahatsız olup birdenbire gözlerini açıversin diye.

ama işte o benim oyuncağım değildi. gitti mi giderdi. acıması, yalanı ve şakası yoktu. çünkü hayatımdaki tek gerçek şey oydu. kıymetini bilememiştim. oyunlar oynamayı ve hayaletlere sarılmayı seviyordum.

sonra bir ara uyanır gibi oldu. ve şöyle mırıldandı: "dün gece hangi oyuncağına sarılıp uyudun elis. peki ya ondan önceki gece hangisinin sesini duydun. sonra ondan önceki gece....."

"dur!!!!" diye bağırdım.

bunun üzerine hiç istifini bozmadan mırıldanmaya devam etti ve dedi ki:

"o görkemli, eğlenceli oyuncaklarını sonu olmayan oyunlarını al git burdan. burası sadece senin için tasarlanmış sıradan bir gezegendi. ama sen önce gezegeni terkettin sonra da beni bu mağaraya hapsettin. şimdi de sesimi duymaya bile tahammülün yok. çünkü sana asla istediğin ve beklediğin şeyleri söylemeyeceğim."

anlamıştım. artık cebimde bir gün idare edecek kadar bile hayal gücüm kalmamıştı. can çekişiyordu ama beni de beraberinde götüreceği için mutluydu. cansız bedeni kim ne yapardı?

onsuz kimsenin hiç bir işine yaramayacaktım.

ilk kez benim yanımda ağladığını gördüm. bir damla gözyaşıydı işte o da ağlamak denirse. ama ben anlamıştım. yanlış yoldaydım.

onla olursam her şeydim. ama hiçkimsem olmayacaktı. onla değilsem hiçbir şeydim. ama birçok kimse arasında hiçbir şey olmanın ne anlamı vardı.

baylar müsadenizle...

o yoldan sizinle yürümeyeceğim.

ya farklı yollardan birlikte. ya da aynı yoldan başkalarıyla.

bugünüm de bensiz geçmemişti. mutluydum.

"ben bir deniz atı değilim" diye mırıldanarak ayrıldım elis'in yanından. kızmıştı ama ona daha günlük güneşlik bir hikaye taşımak için yeniden şehrin çöplüklerine doğru yola koyulduğumu bilmiyordu.

yüzündeki tebessümü tekrar göreceğimi düşündükçe daha çok heyecanlandım.

böyle hepimiz ağlıyorduk. çok kalabalıktık ve gezegene benimle birlikte ancak tek bir kişiyi taşıma hakkım vardı.

hikayelere ağır gelen tüm kişilerden arınırsam elis ile benim yeni bir hikayemiz olacaktı. gerçek kişilerin olmadığı yerde bir süre hikaye yoktu.

bir anlaşma yapmıştık. bu oyunun sonunda ya tüm hayal gücünü alacak görünmez olacaktı. ya da doğru hamleyi yapıp onun bütün yeteneklerine sahip olacaktım.

tabii ki kazanacaktım!

görmek ister misiniz?

7 Eylül 2010 Salı

kurtarılamayan bir gezegen daha,


ders 1 : küçük bir çocukla asla ağız dalaşına girmeyeceksin napar yapar bir bataklığın çiçek bahçesi olduğunu kabul ettirir sana. ya da mızmızlanır "öyle" demek zorunda kalırsın acı bir tebessümle...

gökyüzüne fırlatılmış olduğunu sanıyordu. ayakları yerden kesilmiş atmosfer dışına çıkmak üzereydi. ona göre ardında kalan her şey kendisinden ve ulaşacağı şeyden küçüktü. ve çıktı atmosfer dışına... ardında bıraktığı o koskoca dünyaya dönüp bir bakıvermedi bile! çünkü baksa görürdü... dünya ne kadar da büyüktü. gitti...

oysa ki atmosfer çağırmadı onu.
yeryüzü alabildiğine yalancıydı.
o da inanmaya dünden razı.
toprak ana tüm hücrelerine kadar emdi.
atmosfer sadece düşlediği geleceğin hayaliydi.

bizse acemi mezar kazıcılardık.
başına toplandık çocuğun.
atmosfer yok deyip durduk.
ne vardı onu göstermekti marifet.
olmadı...

şimdi bir mezarın başında ağlıyoruz.
parça parça olmuş bir cesetin hücrelerini birleştirmeye çalışırken
bedeni olmayan bir ölünün acısını çekiyoruz.

evet çocuk...
kurtaramadığım bir gezegen daha...
atmosfer çağırdı yer yarıldı ve toprak ana gördü hayallerini.
bedenin ne önemi vardı.

kötü haberse bu defa hem ruhunu hem bedenini!

18 Ağustos 2010 Çarşamba

neş"elis"in,




duruldum ve tutundum ellerine.
biraz aptalca bir yanılgı korkusu cesaretimi kırmasaydı işte...
ve işte o yarı özgür bırakılmış dokunuş.
elis olsa kalmazdı bir yerde, durmazdı beklemezdi kimseyi ama...

bazen saçlarınız kimi zaman neydi acaba o ki dur bu kez dedi.
duydum elis'in sesiydi bağırdı ve hayatımı kurtardı belki de.
ya da yarın kaldığım yerden devam edicem.

biliyorum ki elis olsa durmazdı tutunurdu ellerinize bayım.
evet işin aslı bu.
o bekleyen durmayan ait olmayan kadın birden daha önce gölgesine küfrettiği bir hayalete sarılıverdi.

hayalet değilmişsiniz oysa.
elis bağırdı bana "işte şimdi" dedi.
o olsaydı ahh bambaşka olurdu kırlar.

sonra ben elis oldum.
sonra elis öptü sizi
hatta dokundu dudaklarınıza

tüm suçlu elis di işte.

o durdu ben durdum.
durulduk.

durulmak sandığım şeyin koşmak olduğunu anlayana dek üzülmüştüm.

şimdi her sabah uyandığımda ve gece yatmadan önce aldığım o hapsınız.
iyileşene kadar sizinim.
ve belki de hiç iyileşmemek
koşarken terlemenin de bir erdem olduğunu anlamış olan bedenimin
son zamanlardaki tek dileği...

ne kadar da neşeliyiz en acımın ortasında.
ama siz beni anladınız ve...

en neşeli halimdeysem acımı gözlerimde okurken siz...
ellerim sarılmışken belinize
öndeki arabayı hiç itirazsız takip ediniz.

acım hep kendilerinden çabucak sıkıldığım başkalarında kalsın
neşem sizindir bayım...

ne kadar da eğlenceli olur şimdi hayat keşfetmişken ikimiz terkedilmiş eşsiz bu adayı!

10 Ağustos 2010 Salı

ölme elis!

çok özledim seni elis... bugün ve tam da şu an...

yollar geçtim, insanlar ezdim, kırları bile önemsemedim... ne kadar kırçiçeği varsa bir dokunup geçtim. koparmaya bile tenezzül etmeyecek kadar ermedi ellerim köklerine.

sonra yolda daha önce gölgesine sırtını döndüğüm gerçek bir ele yüzümü sürdüm. kendisi olmasına ilk kez izin verdiğim kibirsiz el dokundu saçlarıma ama yoluma devam ettim ben...

naifliğinle kavga eden tüm şövalyelerle savaşman adına sana hazırladığım o büyülü kılıç için ter döküyorum şehrin en görkemli görüntüsünün ardındaki çöplüklerde. en iyi ihtimalle kibarlıkla bezenmiş çirkin gülüşlü lağımlarda.

ve bugün büyük bina nın ardındaki çöplükte birkaç serserinin saldırısına uğradım. hırpalandıkça seni hatırladım. kaçmam güçtü. senin kılıcının parlaklığı için olabilecek en kötü ihtimallere mecburdum.

ağlamadım kılıcın parlaklığını paslı gözyaşlarımla kirletmeyeceğim çünkü.

ama bugün birkez daha anladım ki ipim ellerinde elissss....

seni kaçırıp sakladığım yerde büyüceksin bu yüzden. ben beslenmen için zaman zaman hikayeler taşıycam sırtımda.

kambur bir zavallı olacağım belki ama....

yeter ki ipim hep senin naif ellerinde olsun...

beni öldür ama sen ölme elis!

19 Temmuz 2010 Pazartesi

şirinler adına!



heyecanlanınca elis olduğumun farkına vardım.

beni heyecanlandırdınız bayım. çünkü yeşilliklerin içinde bir yerde kendi ellerimle diktiğim ağaçların arasındaydım... burdan çok uzaktaydım ve ait olduğum yerdeydim.

karanlığın içinden birdenbire parlayan sesinizle elis'i karşıma çıkardınız yeniden. yazdıkça elis'in yüzü daha da belirginleşiyor şimdi. ve böylece kendini gerçek zanneden tüm insan suretleri birden görünmez oluverdi.

hayallerim gerçek oldu.

yarın yine sesiniz olmayacak. ama ben de ektiğiniz tohumlar kısa bir süre sonra pembeliğinden göz kamaştıran şeker tadında meyva ağaçlarına dönüşecek.

ne güzelll...

yarın elis'i öpmüş olarak uyanacağım...

bu hayallerle büyük binaların altında kalmam hiç. hatta tepelerine bile çıkarım. bir gece daha spekülasyonla geçse de kimin umrunda tam da şu anda!

kimbilir uslu bir çocuk olursam belki birgün şirinleri bile görebilirim...

uslu durmak mı?

sadece....

şimdilik,

30 Haziran 2010 Çarşamba

KElEBeKLeR uçuşurken,

şimdi bayım bugün birisine "yazmamı" en çok hakeden kişiye geldi sıra. yani size... yarın benim için yepyeni bir gün olacağı için bir gün atmasını bekliyecektim ama bu teşekkür bir gün daha bekleyemezdi ya da ben sabredemezdim. zira bir önceki yazının mimarı biraz da sizsiniz belki.

öyle sanıyorum ki gözyaşlarım olsaydı bu sabah mektubunuzu aldığımda ağlardım. çünkü öyle bir andı ki o... bir şeyi bilmekle birisinin söylemesi arasındaki farkın vücut bulduğu o en sevdiğim zaman dilimi.

elis'i sevmişsiniz bir kere anlamaya çalışmışssınız en azından. o zaman bence siz de sütün kaymağının tadına bakmaya cesaret edenlerdensiniz. istediğiniz gibi hatta bence gayette yerinde bir hareket olacağını düşündüğüm üzere elis'in sesinden cevap vereceğim size.

öncelikle sanırım elis, yalnız yürüdüğü için değil çölde başkalarıyla yürüdüğü için hayal gücünü büyüttü ve çürüttü. ve bu yüzden bu satırların sahibi kendisiyle birlikte elis'i de serbest bırakmaya karar verdi. çünkü en az elis kadar tek başına yürümek istiyor artık.

atsız şövalyelere gelince aslında onları bulmayı pek düşünmüyorum. çünkü atsız şövalye olmayacağını sanırım herkes gibi ben de biliyorum. yani onlar cinsiyetsizler, suretsizler ve kifayetsizler. çünkü sadece sizin gezegeninizin gölgeleri ve sadece sizin zihninizdeler üstelik. yani demek istediğim yoklar onlar. ya da iyi ki de yoklar onlar...

zırhı olan her şeye karşı verdiğim bir savaş var sadece benim. onları ancak bir araç olarak kullanabilirim bu yolda. bu satırların sahibi de her gece kutsal mabedin önünde aynı benim gibi "tanrım beni insanların kibrinden, zırhından ve manasızlığından" koru diyerek dua ettiği için onun hayal gücü olmaya çalışıyorum sadece. çünkü öyle bir gezegen olmadığı için onu bu handikaptan ancak "öyle olduğunu hayal etmek" kurtarabilir.

ama son olarak ki en en önemlisi bu. ne "o" ne de "ben" bu satırlar size ne söylerlerse söylesinler hiç mutsuz olmadık. çünkü mübalağa olmasaydı sanırım hayat daha renksiz ve eğlencesiz olurdu... belki biraz kandırmak biraz -mış gibi yapmak ama öyle işte.

burada yazılanlar kadar mutlu ya da mutsuz bir hayatı yok sanırım "o" nun.

* * *

ki elis'in en sevdiği arkadaşı ona en ciddi olduğu zamanlarda bile münasebetsiz şakalar yapan "kukla" adını verdiği oyuncağıdır. oyuncağın o sorumsuz şakalarından sorumlu olan tek kişide yine "kukla"nın sahibidir.

* * *

sanırım bir kelebek size beni hatırlatmış. bu dünyada beni zaman zaman hatırlayan nadir kişilerdensiniz o zaman. bunun için minnettarım..... minnettarız... ben de o da...

ve emin olun bayım bu satırları yazarken gülümsüyoruz... bu satırların içinde de mutluluk var üstelik. hatta sanırım bir Yunan Tanrısı olmamız istense Baküs'(roma mitolojisi'ndeki adıyla)'ü tercih ederdik seve seve. hayatı bu tercihler üzerinden yaşayan insanların sonu ise dozunda şarap tüketimine geri dönüş oluyor.

ki bu iyi bir şey... çok iyi bir şey... şarap ve eğlenceden arınmak ve ayılmak...

bir süre büyük binaların ve eli sopalı bilgiç kadın ile adamların söylediklerini uyguladıktan sonra olympos'a'a geri döneceğiz nasıl olsa...

* * *

sayenizde söylenecek ne kadar çok şeyim olduğunun farkına vardım. dinliyorsunuz diye de anlattım durdum. sanırım uzun bir süre de pek anlatmayacağım. ama sizin anlattıklarınızı dinlediğimi de bilmenizi isteyerek. devamı gelsin mutlaka. yazmayı bırakmayın bayım...

:)

"reenkarnasyon"a VAR mıSINız?,

"kendimi kendimde bir kez daha tanırken beni benimle bulmanız için bir şans daha olsa... reenkarnasyona var mısınız bayım? sizi temin ederim ikinci oyun ilkinden her zaman daha eğlencelidir."

kitabını yazmaya başlamıştı elis... bu bir sırdı üstelik. hepinizi kendi silahıyla vuracaktı aslında. çünkü o gösterişli gezenin masmavi duruşunda; deniz kabukları çürüyüp sahili kirletecek, pembe pamuk şekeri ağaçlarını toprak içine çekecek ve nemenem sahte bir güzellikse bu pürüzsüz mavi duruş, onu bu hikaye ters yüz edecekti. nitekim öldürecekti elis yüzyıllar öncesinden kalan tozlanmış kelimelerle o eşsiz sanılan gezegende gösterişli ve güzel adledilen ne varsa...

ama bir daha görmemek için değil asla... hiç öyle olmadı ve olamadı zaten. reenkarnasyonu deneyimlemek gibi düşünün.

"bir ikinci kez"in tadı her zaman daha lezzetlidir.

bu gamsız dünyanın gamını alırken elis, sütün kaymağını almış aslında farkında değil belki de... çünkü sütün kaymağını öyle herkes sevmez. yalnızca onu almaya cesaret edenler bilebilir tadını... bu gezegenin bize sunduğu eşsiz bir doğa olayıdır.

işte siz buna cesaret edemiyorsanız eğer, ben bunu herkes adına yapacağım.

ama bir ikinci dünyayı beklemeyeceğiz. hepimiz yaşayarak öğreneceğiz bu defa.

* * *

bugün bir bilge ama -"ulu" bir bilge- "spekülasyona kaçmadan" dediğinde bana, gözlerimi kaçırdım utanarak. çünkü öğrenme hevesiyle geldiğim o sade döşenmiş ama parlak mağaraya ilk ayak bastığım gün dile getirdiğim teorik kaygılarım yine açığa çıkmıştı. gözlerimin düştüğünü görünce "hayır, hayır" dedi. "ben spekülasyonu yadsımıyorum küçük hanım. yalnızca bu gezegende sizin işinize yaramaz..."

biraz beni avutmak için söylemişti. biraz da ulu bir bilge olduğu için kendisine bahşedilen "hakikate rağmen gerçeği görme" yetisi vardı işin içinde. tesadüf ki az önce beni tanıdığına az çok inandığım bir adam da "somut" la "soyut"u ayıramayanların trajik hikayelerini anlatmıştı bana. benim hikayelerim olmasa bile inandırmıştı bir şekilde.

* * *

ennihayetinde elis, tırnaklarımı etlerine geçirmek için yeryüzünün bulutların arasından beklendiğim yere gitmeliyim. ben sorunun cevabını buldum ama bu sandığım gibi seninle sonsuz bir birleşmeye neden olmayacak. bir süre ara verdikten sonra ilişkimize, ara sıra buluşup sevişebiliriz sadece. ama her zaman gizlice... çünkü kimsenin senin bir fahişe olduğunu düşünmesine izin vermeyeceğim. ikimiz için bu en doğru cevaptı. ve bu cevap ömür boyu aramızda bir sır olarak kalacak.

sonuçta ikimizi de bu yorgun yolculuklardan ve sürekli deri değiştirmekten kurtararak özgürlüğümüzü takdim ediyorum. ama bu sonlu bir ayrılık olacak seni temin ederim. öyle olmasaydı her gece rüyamda gidecek olduğum cehennemi görürdüm.

oysa ki artık her sabah uyandığımda tüm bu cehennemin ortasında, sadece cennete gideceğimi hatırlatanları görüyor ve bundan sonra da sadece onları görmeyi tercih ediyorum.

* * *

böyle de "aşağıya indirirler" gökyüzündekini diymi :)

aşağıya indirmek bir küfür müdür yoksa iltifat mı?

güzelliğimizi tazelediğine göre tabii ki... her ikisi de.

26 Haziran 2010 Cumartesi

dilimlenmiş karpuz meselesi,



"ellerini kullanmadan dilimlenmiş karpuzu yemeğe var mısın?" dedi genç adam.

bir süre ne dediğini anlamaya çalıştım sadece. öylece anlamsız mektubunu okudum. çocukluğumu hatırladım sonra. ne demek istediğini anladım o zaman. söylediği biraz anlamlı biraz da saçmaydı belki...

ama işte unuttuğum şeyleri hatırlattı bana. çocukluğunu az çok sokakta oyun oynayarak geçirmiş birisi olarak oyunun en güzel yerinin bir dilim karpuzla bölündüğünü şimdi çok net hatırlıyorum. kim bilir kimin ne dileği vardı ya da kim bilir kim biz orada öyle gayesizse oynarken yavaştan izin istemişti hayattan yola çıkmak için. bizse kimin ne sebeple hayır yaptığını umursamıyorduk sanırım. o en keyifli oyun arasının tadını çıkarıyorduk sadece.

ve ben bunu tamamen unutmuşum. o kadar unutmuşum ki bomboş baktım bir an için o satırlara. nerede hata yaptığımı bulmuş oldum böylece. dün aynada yeni yeni çıkmakta olan üç beş beyaz saç teline bakarken hep geleceği düşündüğümü farkettim. geçmişe bakma derler ya genelde. bakmak lazım aslında. insanın unuttuğu şeyler mutlaka oluyor. ve bu bile keyiflendirebiliyor bizi anlamsız bulduğumuz bir şekilde.

ay tutulması var bu gece. bunun da bir anlamı var mıdır bilmiyorum. zira "ay"ı görmeyeli uzun zaman oldu. her şeye de bir anlam da yüklememeli insan. bunu da zaten hayat öğretiyor. birinin söylemesine gerek kalmıyor.

hem deneyimlenerek öğrenilen şey her zaman daha kıymetlidir bana göre.

yine de dilimlenmiş karpuzun kıymeti bir başka bu gece benim için.

minnettarım bayım.

çünkü "basit" , karmaşık olan birçok şeyden çoğu zaman daha güzeldir. ve sanırım o karpuz şu an hayatımdaki birçok şeyden daha anlamlı.

23 Haziran 2010 Çarşamba

çocuk ve fahişe,



elis'e ulaşmak için son joker hakkımı da kullanmıştım. geriye bir tek seçeneğim kalmıştı: dolaysız bir şekilde sorunun cevabını vermek.

bunun için mucizeye ihtiyaç vardı.

mucize diye bir şey yoktu.

hayır bayım vardı aslında. işte tam da bu yüzden insanı salt bir nesne olarak gören bilimsel gerçeklere hep mesafeli durdum.

mucize vardı.

olmalıydı. çünkü elis'in gezegeninin ışığı sönmekte hem de sonsuza dek. onu yakalamaya gücüm yetmiyor.

korkuyorum elis, çok korkuyorum. sen yoksun ve şimdi büyümek zorundayım. beni terkettin çünkü senden aldığım gücü umarsızca harcadım. atsız şövalyeleri bununla suçlamamalıyım. onların bunda hiç payı yok çünkü. onların görünmez olduğu yerde ben hala görünür bir şekilde kalan paramı da düşünmeden harcamaktayım. düşünmek istemememin nedeni senin yokluğuna verdiğim farkındalıksız tepki. bu günahları işlerken inan hiç düşünmüyorum. diyorum ki çünkü onlar benim yaşamdaki tek ışığım olan hayal gücümü çaldılar. senin adını bana unutturmaya çalıştıkları için kızıyorum onlara. ama biliyorum ki onların hiç bir suçu yok. bugünler de yine yapmak üzere olduğum şeyler gelip sana günah çıkartmama neden olacak. ama sen olmayacaksın elis, bundan korkuyorum.

çok sevdiğim gezegenin birinde öylece çürüyecek ve bana kendini unutturacaksın ben hiç anlamadan. pekiy niye mi hala böyle davranmaya devam ediyorum?

çünkü sorunun cevabını bilmiyorum elis,

başka gezegenler arıyorum ama o kadar karanlık ki kapılarının ardı... yoooo hayır aralasamda açmadım hiçbirini tam olarak.

senin kadar benim de hakkım var ağlamakta. çünkü benden götürdüğün şeyler artık ağlamama bile izin vermiyor. beni nasıl bu kadar kibirli, sevgisiz ve ruhsuz yapmayı başarabildin kendinden mahrum ederek. üstelik bu istemediğim özellikleri kullanarak yaptığım şeyler gezegeninin ışığını sonsuza dek kaybetmeme neden olacak.

sanırım bir daha hiç oyun arkadaşım olmayacak elis... eğer benden mahrum edersen yaşamdaki yegane sermayem olan ışığını.

şimdi ben gerçek değilim bunu ikimizde biliyoruz. tek samimi gerçeğim omzuma çarpıp geçen onca asalaktan daha az gerçek olmam sadece.

ya da ben yaramazlık yapmaya devam edeceğim elis. inanmadığın için beni deniyorsun ama sorunun cevabını bilmiyorum ve cavaplayamam. o zaman hiç yoklarmış gibi davranarak bulutların yanından geçip atmosfer dışına çıkıcam ben de.

intikam alacağım senden ve sanırım cehenneme gideceğim...

eğer zaten hayat hayal gücü hırsızlarını değil inananları cezalandırıyorsa ve eğer zaten benim cezam da hazırsa...

..."cehennem başkalarıdır" (sartre) elis evet haklısın ve sen gelene kadar onların cehenneminde yanmaya devam edeceğim...

...

"kibir"li insanın tanrısı kendisidir.

kendi cezasını kendisi verir,

18 Haziran 2010 Cuma

bağlantı hatası,




senden günlerdir haber alamıyorum elis.

gezegenlerimiz arasındaki tek bağlantı olan "hayal gücü ışığı" bir gece aniden görünmez oldu. öyle sanıyorum ki atsız şövalyeler ben uyurken zırhlarını bu bağlantıyı koparmak için kullandılar.

onlara ulaşmaya çalıştım ama zırhlarını çıkarınca görünmez oldular. şimdi nerde olduklarını pek bilmiyorum. bizimle yaşıyorlar ama buna dair en ufak bir ipucu yok.

dolayısıyla sensiz yolda yürürken bana eşlik eden yine benim kuru gölgem.

kuru gölgeler ve ben loş ışıklar altında yürürken hep seni düşünüyorum. nasıl olduğunu biliyorum ya içim rahat. sen hep düşünüyorsun, seziyorsun ve sonuç ne olursa olsun seviyorsun. bu yüzden sen hep iyisin.

ben, aklım ve duygularım kısa bir yolculuğa çıktık. malum sen yokken hayat çok sıkıcı oluyor. ama onların da pek iyi bir yol arkadaşı olduğu söylenemez. çünkü hiç konuşmuyorlar. hep ifadesiz bir şekilde karşıya bakıp önlerinde giden yolu takip ediyorlar.

keşke sen olsaydın mutlaka beni keyiflendiricek bir yol bulurdun.

bu şartlar altında kötü ve anlamsız bir insanım. sanırım bir süre daha böyle devam edeceğim.

ben yokken bahçedeki ayrık otlarını temizlersin, kırlarda gezersin belki...

atsız şövalyelerin istilası son bulduğunda bir evim olduğunu hatırlamama izin verilecek.

geri döneceğim elis,

14 Haziran 2010 Pazartesi

duvar-mış,




arkasındakiyle paylaştığımız tek ortak nokta olan "duvar" bu işte.

ikimizde o kadar aynıyız ki aslında arkasında birbirimizin olduğunu bilmeden aynı duvara çarpmaktayız. hem de belirli aralıklarla durmadan, bıkmadan, usanmadan!

o kadar da naziğiz ki bir de!!!! komşular duvarın sesinden rahatsız olmasın diye her sarsıntıda yaralanmış bedenlerimizi susturmaktayız bağırmamaları için!!!!

aslında duvara baktığımızda gördüğümüz aynalarımızdan kendi suretimiz sadece.

senden bir tane daha görmek dünyanın en korkunç manzarası olsa gerek! zaten aynalarda bu yüzden hep biraz ürkütmüştür beni.

garip olan arkamda sonsuz bir alan varken kaçamamak sadece. duvarın yarattığı mıknatıs etkisi beni kimi zaman eteklerimden kimi zaman saçlarımdan yakalıyor. kaçmaya çalıştığım o duvarı tırnaklarımla kazıyışım her defasında daha yıkıcı oluyor.

bir gün tırnak darbelerimle yıkılmış duvarın önünde ikimiz olucaz. arkada olanın sadece kendimiz olduğunu anladığımızda güler miyiz acaba yine hiçbir şey olmamış gibi.

sadece bir duvar yıkıldı mı deriz ki tüm umarsızlığımızla?

ya da ben de o duvarla birlikte toz olur gider miyim kaçmaya çalıştığım gezegenin neresi olduğunu bilmeden...

işin kötü tarafı o duvarın bir ömür boyu içimizde yer edecek kadar sağlam olması.

kaçıcaz bir gün evet duvardan kurtulduğumuzu sanarak. ama yıkılmadığına göre ne bir adım geri ne bir adım ileri gitmiş olucaz.

aslında duvar hep orda kalacak!

biz sadece o duvarla ve o duvara rağmen yaşamayı öğrenicez. zamanla etkisi azalıcak, unutulucak...

geriye dönüp baktığımızda gülümseriz sanıyorum.

"madem duvar vardı niye sınırı geçmeye çalıştık?" deriz.

belki de bu kadar sağlam olduğunu bilmediğimiz için. daha da korktuğum şeyse nedenini asla bilemeyecek olmamız...

saçma,

12 Haziran 2010 Cumartesi

günah çıkarılan bir şey mi?




geçmişten daha gerideki şey gelecekteki geçmişliktir. geçmiş belki bir nebze olsun ilerletir, geleceğe bağlanma potansiyeli taşır içinde ama gelecekte bir geçmiş görüyorsan iş işten "geçmiş" demektir.

nasıl ölüdür o vakit doğan bir gün, nasıl yaşlanmıştır küçücük çocuk; nasıl bulanırsa boş bir mide öyle işte.

sanırım biraz gelecekteki geçmişi kusmam gerekiyor. her defasında bir sonraki günün hava tahminini yaparak "aaaa hiçte şaşırmadım tam tahmin ettiğim gibi demek" pek eğlenceli değil bence.

bugünlerde şaşırdığım şeyler var gerçi. geri döndürülemeyecek arkadaşlıklarım mesela. herkeste bir kırgınlık, bir dargınlıktır gitmekte.

oysa ki hayatımdaki en önemli bağlardan biriyken ve bu kadar özel bir önem atfetmişken belki de biraz duyarsız ya da istemeden kayıtsız olmuş olmamın cezasını çekiyorum.

doğada gerçekten ödül ve cezaya dayalı evrensel bir döngü var. buna inanmaya başladım bugünlerde. yalnız anlamadığım niye dönüp dönüp bana geri geliyor. ya da bu kadar hızlı ve arka arkaya!

kendimi tam da bugün tavşan gibi hissediyorum. yalnız "havuç" yok ödül olarak. kıçıma batan ayrık otları var sadece.

"ok yaydan çıktı!" lafını kendime rehber edindiğimden beri uzaktan uzaktan okun nereye doğru saplanacağını izler oldum.

gidebileceği en uzak yere kadar gidebilme kabiliyetine sahip benim güzel oklarım!!!!

ama şimdi "ok"uda attım "yay"ıda bir süre sadece manzarayı izlemek istiyorum.

gözlerim o kadar yorgun ki...

10 Haziran 2010 Perşembe

hayat öpücüğü,




gerçek bir çocuk olmayı becerebilmeye bir yıl daha yaklaştım...

evet; ancak ve ancak ruhumuz gerçek kurtuluşu, çocuksu özgürlüğü, bulutlara dolaysız dokunuşu yolun sonunda yaşayacak.

ne kadar mı karamsarım?

her gün bunu düşünerek yaşama daha da çok bağlanıyorum çünkü. ancak böyle affedebiliyorum, sevebiliyorum, vazgeçebiliyorum, daha uzağa gidebiliyorum... aradığım "düş"ün bu ülkede zaten olmadığını her anladığımda, yaşayacak olduklarıma bir adım geride durmanın anlamı kalmıyor.

her şeye bir "tad" bahşedilmiş bu hayatta. bir gün ondan yarın bundan bir dilim ama arsızlığa kaçmadan ve gerektiğinde aç kalmasını, diyet yapmasını bilerek!

ve şu an çikolatalı pasta tadı var dudaklarımda.

bunu yaşamla paylaşmak niyetindeyim.

yaşamın tam dudaklarına isabet ettiricem dudaklarımı ve bir öpücük kondurucam. o da benimle paylaşıcak mucizelerini, heybetini ve sürprizlerini!


buna inanacak kadar çocuk olmamı seviyorum işte! bir yaş daha küçüldüğüm için bu yüzden bu kadar mutluyum!!!!

9 Haziran 2010 Çarşamba

kont dracula,


bugünlerde en sevdiği oyuncağı benim.

o kadar oyuncağın içinden hiç tereddüt etmeden beni seçiyor kaç aydır her gün oyun saati geldiğinde.

zaten aslında diğerleriyle de pek oynadığını görmedim. ama o kadar oyuncağı varken böyle bir çocuğun benim gibi bir oyuncağı seçmesi çok ilginç geliyor bana. bakışları öyle sert ki... "pembe yanaklı ve kırmızı dudaklı bir deniz kızıyla ne işi olur bu asi çocuğun diye soruyorum hep kendime."

üstelik arkadaşları ona "kont dracula" diyorlar. çünkü en sevdiği oyuncağının aslında benden de fazla "karanlık" olduğunun onlarda farkında.

o küçücük karanlıkta ihtişamlı bir şato inşa etmiş kendine ancak yine kendisinin görebildiği.

ben bazen bakarken korkuyorum ama yine de o başını uzattığı zaman şatosundan dışarı kanlı katil sureti birden siliniveriyor kafamdan. görmediğim zaman türlü türlü canavarlar çıkacak şatodan diye kuruntu yapsamda onu gördüğümde o şatodan yine çıkacak olanın sadece deniz kızı ile oynayacak "masum kont dracula" olduğunu biliyorum.

korkuların büyütüldüğü yer karanlık. karanlık da bilinmeyene olan merakımızın zihnimize yansıması sadece.

niye bekliyoruz karanlık odanın kapısında merakla, korkuyorsak pekiy?

çünkü korkmayı seviyoruz.

karanlık: "burda korktuğunuz her şey ve daha fazlası var. bundan da korkmuyorsanız zaten ölmüşsünüz demektir" diyor.

böyle bir yaşam belirtisinin neyin delaleti olduğu hiç belli olmaz.

,




noktalar hep kesin konuşur. üç nokta sonu gelmeyen bir lakırtıdır. bir tek virgüller iyidir. asla olmayacak olandır ama hep bir ihtimaldir.

bunun neresi iyi derseniz sabrı öğrenmektir derim ben. sabırdan herkes nefret eder. virgülse yumuşak bir geçiş gibi görünür en kötü zamanlarda sabırdan nefret edenlere.

oysaki geçiş yok öğrenmek var aslında.

ve ben dün sabah uyandığımda arasında ayraç olan binlerce bitirilmemiş kitap biriktirdiğimi farkettim.

her ayraç bir virgüldü ve bir sonraki sayfaya emin adımlarla gidecekleri her hallerinden belliydi.

kızdım sonra kendime. okunmuş yerlerini kesip aldım ve de bunun üzerine. sonra dedim ki:

"işte bunların hepsini birleştirip bir kitap yapıcam şimdi. ne kadar saçma görünsede mutlaka bir ortak noktaları olmalı!"

başka başka insanlar, bambaşka düşünceler olacak o kitabın içinde. asla bir başka insanın düşüncesinin sonunu göremeyiz. ancak okuduğumuz kadarından çıkarımlar yapabiliriz.

o zaman demek ki yarım bıraktığımız her insandan bir şeyler çalarız isteyerek ya da istemeden. sonuç asla önemli olmamıştır. sonunu bilmediğimiz bu dünyada yaşamak sonunda ne olacağını bilmediğimiz bir yaşamı sürmek gibi mesela.

virgüllerden önce çalabildiğim kadarını bir güzel birleştirsem bence bir noktaya ulaşırım.

descartes'in metodunda olduğu gibi; şüphe, şüphe ettiğin şeyden hiç şüphe bırakmayacak kadar emin olduğun zaman bırakılması gereken bir şeydir.

bir gün ben de olucam şüphesiz. işte o zaman ben de virgülü bırakıcam ve kesin konuşucam.

ama çalıntı kitabım bittiğinde...

5 Haziran 2010 Cumartesi

...

gerçekten iğneyi tanrı vermiş elbiseyi biz dikicekmişiz. ben iğneyi tanrı verdi ne dikeceğimizi biliyor gerisi gelir sanmıştım.

bildiği şey nasıl dikeceğimizmiş.ve ben başarısız bir terziyim.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

hatasever,



hatalarından yol yapsa istediği en uzak ülkeye gidebilir insan. yaklaştım ama daha gelmedim biliyorum.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

nasıl olmayacak?,



önce sizi sonra kendimi yericem. önce kendime hak verip sonra size hakkınızı teslim edicem. bölüştürücem suçlarımızı. sonra baştan alıp her şeyi yozlaşabiliriz tekrar.

yeter ki tek gece kendi gölgemizde uyuyalım.

...

süreksizlik köreltti beni.beynimden pelte gibi aktı gitti insanımsı suretler.
birbirine karıştı hepsi.bu yüzden hiçbirinin yüzü yok.

28 Mayıs 2010 Cuma

"basit"lik özlemi,




dünyanın varoluşundan bu yana geçen onca dönemi düşününce yaşabileceğim en köhne zaman diliminde yaşadığıma kanaat getirdim.

herkes bir şeylerden şikayet etmekte ve düşüncelerimizi birbirimizin içine akıtmamızı sağlayan tek araçta sloganlarımız olmuş. üstelik şikayet ettiğimiz şeyleri yaratanlar da en başta biz oluyoruz. yaratıp içinde yaşıyoruz. sonra da yaşadığımız eve pisliyoruz.

imajlarla ve renklerle kandırılıyoruz bunun yanında. rıza gösteriyoruz bir de buna, hayat daha eğlenceli ve kolay olsun diye. daha zor oluyor...

oyalandım bunca zaman ben de öylesine.

ama bundan sonra,

slogan istemiyorum.
ayrıntı istemiyorum.
şikayet duymak istemiyorum.

basit ve güzel olanı istiyorum sadece.

hayatımı zorlaştıran değil kolay hale getiren şeylere ihtiyacım var.

bu yüzden kendi "zor oluşuma" bile karşıyım bu aralar.

"basit kadın" olasım var.

yadırgarsınız ama şimdi siz beni diymi böyle söyleyince. çünkü en olmasını arzuladığınız şeyin aksini iddia edecek kadar ikiyüzlüsünüz. sizi "sosyal" bir yaratık olma zorunluluğu bu hale getirdi. kızmıyorum bu yüzden.

sadece siz de basitleşip güzelleşin istiyorum. gözümüz gönlümüz açılsın!

25 Mayıs 2010 Salı

pis bir insanım,



"dünyanın bütün bilgi kirlilikleri üzerime doğru gelirken"

ödev ahlakı görev bilinci tadında yaşamak gibi bir şey işte demek istediğim.

öyle olunca da beklentilerimiz ihtiyaçlarımızı karşılamıyor.

gereksinimlerimiz şeker tadında ağzımızda eriyip gidiyor.

tadına bakmak isterken bakıyoruz ki şeker yitip gitmiş.

tadına bakınca bildin mi şimdi pekiy?

bilemedim.

bilinçsiz tüketim.

bir sonraki bilgiye geçelim diyerek boş vakitlerimizi değerlendirmeye devam edicez.

kimi zaman bir insan olacak bu bilgi kimi zaman bir olay başka zaman da bir durum.

hep bir şeyler bilicez ama laf olsun diye aklımızda tutup diğerlerine yer açılsın diye kafamızdan atıcaz.

"bir insan asla bir bilgi değildir." kısmına geldiğimde takılıyorum.

çünkü her şeyin arasında onları da gündelik bilgi gibi oluşturup tükettiğimi farkettim.

üzüldüm. bir şey yapamadım.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

korkudan etekleri uçuşmak,




şekerden yapılmış pembe elbisesini giydi elis. işte o sonsuz ve uçsuz kırların kraliçesiydi artık.


etekleri uçuşarak uzaklaştı.
tüm yersiz ve zamansız sanat anlayışlarından sıkılmıştı.
o tepeye tek başına tırmandı.
acı şeker tadı döküldü dudaklarından.

"benim yüzümü çizemezsiniz işte" diye bağırdı.
yeni yüzyılın sanat anlayışı "o"ydu.
ve o resmedecek artık sizin yüzünüzü.
ama asla tekrar yüzünüze bakmadan.

etekleri uçuşarak kaçtı elis. kafasında hep bir belki olacağını bilerek, acabalarını severek, korkudan başı dönerek....

ama ne olursa olsun ardındaki değil önündeki rüzgarın hipnotik etkisini hissederek.

sizi değil kendisini sevdi elis,,,

19 Mayıs 2010 Çarşamba

...

ve bir gün insan çöplüğünün orta yerinde bulucaksınız kendinizi.

hayatınıza giren tüm o bölük pörçük kadın ve adamların arasında unuttuklarınızı hatırlayacaksınız.

kıyafetlerinizin sığmayıp yerlere döküldüğü elbise dolabınızın karşına geçip çırılçıplak olduğunuzu fark ettiğiniz an "işte o an" olucak.

...



gece dünyanın en bedbaht insanı olarak yatıp sabah ruhsuz biri olarak uyanıp akşamüstü dünyanın en güçlü insanı oluyorum.

metropol insanı dediğin zavallı yaratığın kısırlaşmış hikayesi budur.

yıllarca uğraşıp, düşlediğiniz yaşama hep bir adım daha yaklaşmış olmayı öğreneceksiniz sadece.

yaşamayı ise unutacaksınız.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Jonathan doğru yolda mı?




kuşlar gibiyiz biz insanlar. uçup uçup sıçıyoruz. ve sanırım hayatın tadı da böyle çıkıyor.

martı Jonathan vardı bir de. diğer kuşlardan hep daha başka uçmaya çalışırdı. sanırım hikayenin sonunda başına iyi bir şey gelmişti. bambaşka diyarlara ulaşmıştı kendince. ahhh yazık!

biz de hikayeyi okuyup "ah evet daha yüksekten uçmalıyız" diye gaza gelirdik.

ama bence Jonathan da sıçmış olabilir. kendini diğer kuşlardan farklı sandığı için bir an.

yani neticede hepimiz sıçan yaratıklarsak ne farkımız olabilir ki birbirimizden en fazla?

böyle de düşünce hiçbir esprisi kalmıyor ama...

"ben başka bir insanım" sendromunun bedeli yanılgı oluyor sanırım.

ve yanılgı geri verilen bir şey değil üstelik. hep sizde kalıyor.

ama yine de yanılmayı seviyorum.

yalnız küçük bir ayrıntı:

aynı şeye defalarca değil farklı farklı şeylere başka başka yerlerde.

bu dünyaya Jonathan olarak bir kere geliyoruz.

şöyle bir etrafıma bakıyorumda çoğu kişi uçmak için uçuyor sanki. dolayısıyla hayatımız hep aynı yerlerde, hep aynı tip insanlarla, çoğunlukla benzer şeylere kafa yorarak geçiyor.

bundan hicap duyuyorum işte.

bu kompozisyondan anladığım tek şeyse zaten hali hazırda uçuşta olduğumdur. sürekli değişen düşüncelerim ve duygularımsa kanatlarımdır.

çabuk sıkılmaksa çok diyar gezmenin sonucudur.

uçuş rutin hale gelince de günün sonunda yaşanan tek heyecan yorgunluk olur.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

gidin sendromu,

ben yorgun, sen güzelsin...

şeytan dürtmesinin bedeli,


uyuman için hikayeler anlatırdım sana. biraz tebessümle ama anlam veremediğim bir keyifle dinlerdin hep söylediğim saçmasapan şeyleri.

"ağır ağır kapat gözlerini, denizi düşün. hafif bir rüzgarın estiğini hayal et" derdim. sanki dünyanın en mantıklı şeyiymiş gibi dinler uyumuş gibi yapardın beni üzmemek adına.

sonra hem uyuduğuna sevinir hem seni kaybettiğime üzülürdüm çocukça.

neyse ki sonra birdenbire gözlerini açar "uyandım" derdin.

ve biz sanki dünyanın en komik şeyiymiş gibi buna gülerdik sonra.

seni son kez uyutup giderken artık uyandım diyerek beni güldüreceğin günlerin bir daha yaşanmayacağını biliyordum sanırım. ama işte arada bir şeytan dürtmesi de olmasa insanın anlatacağı hikayeleri de olmuyor.

şimdi sen hayal et dediğim o deniz kenarındasın. üstelik geçen gün uykunun en tatlı yerinde uyanıp bana sürpriz yapmak için geri geldin.

şaşırmamış gibi yapmamı aptallığıma ver. anlattığım o saçmasapan hikayelerle geçmişte yapmaya çalıştığım gibi uyuttum yine seni kendimce.

bir insanı ömür boyu özleyecek olmanın karşılığı neyse sen "o" sun işte.

uyu istiyorum çünkü.

sen güzelsin...

ve sevineceğim tek bir andan feragat ediyorum bunun için. seni ömür boyu özlemeyi tercih ediyorum sanıyorum.

hangisi hapis hayatı diye sorarsan ikisi birden derim ben de o zaman.

ama senin hayal gücünle biz o demir parmaklıkları aşmıştık işte. o köhne şehirden ancak sen bir lunapark yaratabilirdin zaten. şimdi de ben bana armağan ettiğin bu yeteneği kullanarak yaşamaya çalışıyorum.

yine de asla senin hapishanen kadar eğlenceli olmayacağını ve yüzümü artık hiçbir şeyin o günlerdeki gibi güldüremeyeceğini anladım.

6 Mayıs 2010 Perşembe

kapı gıcırtısı,

kapı elis için aralanmıştı. kapı gıcırtısının sesi elis'in içini açıttı.
mecburdu işte ama. ya çıkmalıydı o kapıdan ya da çıkmalıydı...

yaşlandırmıştı bu ev, bu oda ve bu gezegen onu.

ışıkları sönmüş bir gezegende mutlu bir çocuk olmaya çalışmak ve hayal gücünü korumak için savaş vermek neye kime yarardı ki?

boş bakışların kuşatması altındaydı ya da en iyi halde bakan bile yoktu belki. çünkü bakmak onun için, içini doldurmaktı yaşanan zamanın.

o zaman ne bakan vardı ne gören. hayat boş zaman aktiviteleri halinde akıp gitmeydi işte.

öyleyse dedi ve açtı kapıyı...

gözlerine inanamadı. uçssuz bucaksız sandığı kırların sonunda engin bir deniz görmüşti. sonluluklarını gösterdiler ilk defa elis'e.

kır yolundan zaman zaman koşarak hızlıca, zaman zaman durarak yavaşça denize ulaştı.

uzun bir vakit denizi izledi öylesine ve bakan birine hiçbir şey anlatmayacak bakışlarla.

evine geri döndüğünde soluduğu havanın yorgunluğuyla sarhoş olmuş bedenini yatağının üzerine bıraktı öylesine. gören hiç kimseye hiçbir şey anlatmayacak beden diliyle...

birden karar verdi sonra.

geçmiş gezegenlerin mirası çıkınını çıkardı sakladığı köşeden. uzun uzun konuştu onunla. çıkını ona şöyle söyledi sonra:

"sen ailenleyken bile yalnızdın elis. o yüzden bu yalnızlık kimsesizliğin yalnızlığı değil. bu senin doğandan gelen bir yalnızlık. kaçsan da kurtuluşun yok. bu yüzden de zaten beni hep çok sevdin. ilk oyuncağın bile bendim senin. kaçmak istedikçe hep beni alırdın kucağına. doldur şimdi içimi tıka basa. çünkü bana her dokunduğunda önüne çıkan engin deniz senin mutluluğundur. ister gerçek olsun ister yalan. mutluluk mutluluktur."

çulu çaputu toplayan elis bir kez daha kapı gıcırtısının sesini duydu. bu defa sesi ilk sefer olduğundan daha sertti kapının.

bunun üzerine "anladım" dedi elis.

kapı aralanmıştı...

4 Mayıs 2010 Salı

gidin!,


başını dizime düşür uyu "korkular" içimden akıp gitsin!

estetik korkular,



büyükmekte değil ennihayetinde yaşlanmakta olan elis, kırık aynasının karşısına geçti. içinden geçen çığlıklar suskunluğunun katran gibi vücuduna yapışmasına neden oldu sadece.

sonra "ayna ayna söyle bana var mı benim kadar güzel bu dünyada?" diye sordu.

aynanın kırılacak yanı kalmamıştı ama yine de elis için son bir defa derinden gelen bir çatırdama sesi duyuldu.

az önce paramparça görmekteydi elis yüzünü. çatırdama sesinden sonra görücek bir yüzü de kalmamıştı artık. ayna tüm bedenini imha ettikten sonra ruhunu da alıp gitmişti.

"ah ne iyi! yaşlı suretime artık tahammül etmeyeceğim." dedi elis.

kendisine ayna tutan gerçekler, estetik kaygıları olmadan mutluydu.

çünkü estetik kaygılar sadece dışarlıklıydı.

"sanırım bana bakan birisi yoksa duruşumunda önemi yok" diye düşündü.

ama hala daha, sadece duruşu uğruna yaşayan yakışıklı yunan tanrıları vardı. onlara göre herkes onları izlemekteydi. kıpırdarlarsa estetiklerine halel gelirdi.

yeni yüzyılın estetik kaygıları nedeniyle yüzümüzle birlikte ruhumuzu da estetik operasyonlara teslim etmiş olduğumuz için bu olağan bir durum gibi görünmekteydi.

ama sadece diğerlerine? elis'e değil!

"şimdi pekiy aynaya baktığımızda gördüğümüz gerçek yüzümüz mü acaba?" diye düşünmekte olan elis birdenbire "benimki alabildiğince gerçek! ne ruhumda ne bedenimde saklanacak bir çirkinlik görmüyorum." diye bağırdı sesini duyurabildiği son noktaya kadar.

o yüzden geçen "zaman" aslında elis'i değil sadece ona bakanların gözlerini yaşlandırabilirdi. şayet estetik kaygıları varsa tabii!

"yaşlanan bedenim olsun buna seve seve katlanabilirim. ama cila çekilmiş ruhunuza hiç tahammülüm yok." diye kendi kendine konuşan elis, bu sinir harbinden sonra ıslanan elleriyle maskelediği yüzünü yavaşça yastığa koyarak güzel rüyalar görme umuduyla uykuya daldı.

* * *

estetik korkularınızı merak etmiyorum?

kirlenmiş, kırışmış ama sadece kendinizin olan ruh ve beden ikilinizle nelere cesaret edebileceğinizi merak ediyorum.

yaşamdaki şiarım merak etmektir.

ama durun durun korkmayın!

sadece merak. bundan başkası, daha fazlası değil...

merakta korkutur mu sizi yoksa?

1 Mayıs 2010 Cumartesi

yine mi çocuk?,



çoğu zaman sadece beğendiğimiz şeye ulaşma hevesiyle hareket ediyoruz. beğeniyoruz ve almak istiyoruz.

işte bu çocukça. alamadığımız zaman mızmızlanıyoruz. gerekirse ağlıyoruz da.

kim üzülür diye düşünmüyoruz. önümüzde dağ gibi engeller olsa yine de "o benim işte" edaları hiç eksik olmuyor beden dilimizden.

zaten bir canavarın karşısına çıkmaya kim cesaret edebilir ki sanki. tabii ki sadece bir çocuk. düşünüldüğü gibi korkmaz çocuklar canavarlardan o kadar da. hayat hakkında bu korkuyu sağlam temellere oturtacak kadar bilgiye sahip değillerdir bunun yanında.

en azından işlerine geldiklerinde.

bencillik değil mi bu aslında?

e zaten çocuklar da bencil yaratıklar değiller mi?

ama mutlular.

hepimizden daha çok hem de.

ama biz çocuk olmayalım olur mu oturalım öyle. büyüdük artık mutluluk neyimize.

öyle mi gerçekten?

canavarın karşısına çıkabilecek bir çocuk değil miydin sen?

ah neron ah,



ne yapıyorsa sevdiği için yapıyor demek yetmiyor bazen. çünkü insanlar sevdikleri zaman hep iyi şeyler yapmıyorlar.

neron'da karısını sevmişti. o kadar ki onu öldürdü.

beğenilmekte insana her zaman cazip gelmiyor.

aynı neron, beğendiği genç bir erkeği rızasını önemsemeden kendisine eş yaptı.

ve işte o neron sanata olan tüm düşkünlüğünü her zerresine kazıdığı o çok sevdiği şehir olan roma'yı da yaktı.

an be an intihar etmekteydi aslında.

ve neron öldü.

muhtemelen tarih sayfalarında nasıl yazılacağını düşünmek istemiyordu. ama biliyordu. yine de karşı koyamadığı zaaflarıyla aklına gelen her şeyi yaptı.

sonuçta o artık roma'yı yakan imparator olarak hatırlanıyor.

nasıl hatırlanmak istediğiniz önemli değilse sizin için, yakılacak ah kimbilir ne çok roma var!

yine de yarattığınız manzarayı izleyecek cesaretiniz yoksa neron kadar ne uğruna neyi yaktığınızı önceden düşünün.

ama neron öldü.

benim için.

29 Nisan 2010 Perşembe

sallanan sandalyenin tavsiyesi,



elis, ay ışığında sallanan sandalyesine oturmuş kar zarar hesapları yapıyordu.

o kadar ince eleyip sık dokuyordu ki beyni bazen yerinden fırlıyor ve onu tekrar yerine takmak için saatlerini harcıyor sonra yine hesaba kaldığı yerden devam ediyordu.

gözü de nedense hep saatteydi.

sallanan sandalye bu rutine dayanamayıp sonunda dile geldi.

ve ona şöyle söyledi:

"kar zarar hesapları ancak ve ancak hesaplanabilecek şeyler için yapılır. bu yüzden hesabı tutturamaman doğal. bu ay yaptığın masrafın hesabını bir ömür geççe de yapamazsın. boşuna uğraşma."

çikolataların, şekerlemelerin, sakızların hesabını yapan elis bu ay bir "bunu" hesaba katmamıştı.

her şey planlıydı. her şey hesaplıydı. her şeyin bir taktiği vardı.

ama işte bir "o" bütün hesapları alt üst edebilirdi.

sallanan sandalyenin aklı elis'in kalbine dokunmuştu.

böylelikle hesap yapmaktan vazgeçen elis, bundan sonraki ay parasını har vurup harman savurmaya karar verdi.

çünkü özlemenin tüm masraflardan daha ağır bir bedeli vardı.

böylece aklı başına gelen elis hesap defterine bir daha göz attı. o anda gözleri ayın kraterlerine yaklaşacak büyüklükte açıldı.

sayfa bomboştu. bütün gece yalancı bir kalemle boş sayfayı doldurmaya çalışmıştı. kalem yalanı ortaya çıkınca kendiliğinden görünmez oluverdi.

elis, boş kalan ellerine bakarak aklının hesabına değil kalbinin yorumuna güvenmeye karar verdi.

27 Nisan 2010 Salı

akşam güneşi ve çöpler,



tüm korkularını evinin dışına çıkarıp çöp kutusuna atmakta olan elis, o sırada batmakta olan güneşe bakıp iç çekti.

akşam güneşi ona geçip gitmekte olan "zaman"ı hatırlattı.

bu eşşiz manzaranın tek düşmanı zamandı.

hayır hayır çöpe attığı attığı tüm korkuları değildi aslında. bir kısmını içinde bulunduğu mutluluk fırtınasından korunmak için kendisine saklamıştı.

sakladığı korkularıysa ona güvenli evinden çıkmayı yasaklamıştı. oysa ki elis'in şu an saklanmak istediği tek yer.....

zaman korkularımızın öğütücüsü olsa keşke, duygularımızın değil.

26 Nisan 2010 Pazartesi

iktidar-sızsınız,



insanlara oturdukları yerden başkalarının hayatları hakkında yorum yapma hakkını kim veriyor acaba?

sanırım bugünlerde en çok merak ettiğim mevzu bu.

ama işte insan psikolojisi böyledir. bir kere bir insana kendinizle ilgili yorum yapma hakkını vermişseniz artık bütün hayatınız o insana aittir. attığınız her adım doğru mu yanlış mı? ona sormalısınız. gerçekten mutlu musunuz? o bilir.

mutluyum demişsseniz sonuna kadar irdeler. inanmaz. rahatınız batar çünkü ona. sözde sevgidir bu belki. ama onun vazgeçilmez yorumları olmaksızın yaşayabileceğinize pek inanmaz.

çünkü onun sevgisi ancak siz onun yanındayken sizle birliktedir. o yanınızda yokken mutlu olduğunuza bir türlü inanmak istemez.

işte o meşhur deyiş bu durumu çok güzel açıklar.

"faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar."

ama işte bir şeyin hakaret, eleştiri ya da herhangi sizi etkileyen bir yorum olması için onu duymanız gerekir.

duymadığınız bir şey sizin üzerinizde iktidar kuramaz çünkü.

iktidarınız geçersizdir. iktidarınızı meşru kılmak için uzak bir ülke seçin. bu diyardan size ekmek çıkmaz.

duymuyorum anlatabiliyor muyum?

23 Nisan 2010 Cuma

kehanetler gerçek olsa keşke...,


elis iki resim arasındaki 7 renk farkını bulmaya çalışıyor:


ilk resim eskiyen yüzüyle karanlık ve can sıkıcı bir hikaye anlatmaktaydı. sureti buğuluydu ve sesi cızırtılı gelmekteydi. elis'de zaten eskiyen bir resmin sesini duymak için çaba harcamaktan çoktan vazgeçmişti.

hep "-mış" gibi yapmaktaydı ilk resim. bir bedene sahip olmak için savaşmaktaydı. inadına olamamaktaydı. hiç olmamıştı belki de. artık onu kimse sahiplenmek istemezdi. çünkü en parlak renklerinin hala göz almakta olduğu zamanlarda bile kimse onu benimsemek istememişti.

öylesine karalanmış bir resim olduğu belli olmasın diye de parlak boyalarla maskelenmişti. ömrü de o adi parlak boyalar kadar kısaydı işte. maskede düşünce geri kalan ömrünü o çirkin yüzüyle geçirmek zorunda kalmıştı zavallı resim. neyse ki yüzüne de kimsenin baktığı yoktu.

elis mi? o resmin duvardaki varlığını bile unutmuştu.

ikinci ressam öylesine naif öylesine doğal renklerle donatmıştı ki resmini elis, diğer resme bakarak harcadığı zamanı düşününce aradaki renk farkları iyice belirginleşti.

ilk resim yeraltının derinliklerindeki en adi yaratıkların yaşadığı gizli barınaklardan alınmış boyalara bulamıştı yüzünü.

ikinci resim ne kadar da elis'e benziyordu öyle! bunun üzerine elis, farketmeden yedi rengini de yağmurdan sonra ressama teslim etmişti. gökkuşağı gibi öylesine inanılmaz, öylesine nadir bulunan renkler...

işte böyle hissetti elis.

o ressama izin verdi resmini çizsin diye. çünkü bunca zaman işte o ikinci ressam "ben senin resmini çizmek istiyorum demiş" ama elis eğlenerek gerçekleri unuttuğu kır gezintileri yüzünden onun kırılgan sesini duyamamıştı.

yine de ressam sabırla bekleyen eserine değer ve emek veren gerçek bir sanatçıydı.

tam da şu anda elis, ressamın karşısına geçmiş korkusuzca en güzel duruşunu sergilemekte.

ağır, ağır ama yüzünün her zerresindeki en küçük ifadeyi hesaba katarak ressam elis'in tüm hayal kırıklıkları ve güvensizliklerini yüz çizgilerinden silmekte. yeni bir yüz vermekte ona.

yavaş çok yavaşça ama elis'in tüm hücrelerine işlercesine...

izlemeye değer bir manzaraydı.
elis diğer resmin bahsini artık hiç açmayacaktı.
şehrin en pis çukurlarında yüzmekti o resmin kaderi.
ikinci ise.....

işte o resim elis'in bunca zaman sakladığı tüm renklerinin bundan sonra yegane yansıtıcısıydı. ressamda o renklerin sahibi...

resim halen daha çizilmeye devam etmekte ve elis'de en anlamlı bakışlarıyla ona değer katmaya çalışmakta.

resmin bitmiş halini kestirmek çok zor ama bu, çarpan kalbinin neşeli melodisini dinleyen elis'in şu an en son düşündüğü şey.

ama bildiği bir şey varsa o da resim bittikten sonra dalları gökyüzüne uzanan bir çınarın gölgesinde ressamla birlikte uçsuz bucaksız bir manzarayı ve hayata kattıkları anlamları izleyecek olmalarıydı.

bu, diğer gezegenlere yaptığı yolculuklar sırasında elis'in kulağına çalınan bir kehanetti.

kehanetler gerçek olmaz belki ama bu renkler mutluluktan ağlatırcasına kalbe dokunan hakikatlerdi.

21 Nisan 2010 Çarşamba

atmosfer dışına yolculuk sırasında,



çocukla konuştu elis beş bin ışık yılı süren bir yolculuk sırasında.
aniden uyandı sonra.
sabah ışıkları hiç bu kadar canını acıtmamıştı.
sorun yolculuğun bitmesi değil yolun sonundaki kara delikti.

sonra yeniden gün ışığına başka bir gözle bakmayı denedi.
başını gözyüzüne tam çevirmişti ki gösterişsiz penceresinden
birdenbire gökyüzünün yarıldığına şahit oldu.

ewet ewet gökyüzü yarılmış güneş ışığı onu atmosferin dışında bir yere çekmişti.
ilk anda nefes alamadı belki ama
yolunun üzerinde bulutlarla konuşup mutlu oldu ve bunu unuttu.

gezegeninden uzaklaşmaktaydı.
belli ki başka bir gezegenden çağırılmaktaydı.
yolculuğu sevdiği için bir kez daha mutlu oldu.

elis bulutlara dokunmuştu bir kere...
anladı ki atmosferden çıkmanın geri dönüşü yoktu.
ve o yolculukta korktuğu her şey bulutların arasında kayboldu.

19 Nisan 2010 Pazartesi

dere akmakta keyfim kaçmakta,



bilmem ki görüntülere takılıp alt yazıyı kaçırıyor olabilir misiniz ki acaba? oysa içimdeki herşey an ve an altyazı olarak ekranda geçmekte. görüntü sadece maskelenmek zorunda olan şeylerin bir aracı belki de.

kendimi en iyi ifade edebildiğim şey hep yazı oldu sanırım. görüntüye göre hep daha kalıcı ve derinden...

işte o yüzden görüntü akıp giderken altyazılar flash haber olarak alttan geçmekte.

okuyup okumamak size kalmış.

ama yazının kalıcılığına aldanıp suyunu çıkarmamanızı temenni ederim. neyin kalıcılığı olmuş ki flash haberlerin olsun bu hayatta.

yakalarsanız olay olur. güzel olur. ya da belki kimbilir felaket olur.

yakalayamazsanız reklamlar girer araya haber kaçar gider ve haber değeri de kalmaz önemi olan ne varsa satır aralarında uçar gider mevsimlik kuşlar gibi.

eskiden olsa okunmayan gazete hala yenidir derdim ama devir o devir değil sanki. herşey o kadar hızlı akmakta ki bir bilgiyi zamanında yakalayamadığın zaman ara ki bulasın!

şu anda bile o kadar çok ayrıntı kaçırdınız ki asla farkında olmayacaksınız. bu yazıyı bin defa da okusanız ilk defa okuduğunuzda satır aralarında kaçırdığınız şeyler kadar hayati bir öneme sahip olamayacak hiçbir şey.

bir defa da anlamak her zaman daha değerlidir. değerli vaktimi harcamayınız lütfen. zira felsefedeki o meşhur deyişle bir derede asla ikinci kez yıkanamazsınız.

çünkü ikinci kez aynı dereye girdiğinizde su aynı su değildir. ilk deneyiminizde teninize dokunan su çoktan akıp gitmiş başka sulara karışmıştır.

zaman geçmekte, dere akmakta, keyfim kaçmaktadır zira.

16 Nisan 2010 Cuma

öyle mi?

bir adım atsam koşacak, geri adım atsam kaçacakmış gibi...

ne bana benzemekte ne size.
hepimizle oynamakta utanmadan hem de.

benim merak ettiğim her gece tam da bu zamanlarda
onun da şehri batar mı?

onun da hayallerini üzerine kurduğu
oyuncak gökdelenleri
var mı?

var.

ve bence her gece bu oyalandığım
onun oyunlarının ışığı...

15 Nisan 2010 Perşembe

bakışmak ve başkalaşmak,

bu nasıl anlatılır bilinmez. sanırım daha çok aşık olunca olur. önce sımsıcak olur içiniz, sonra birdenbire buz gibi. etrafınızda anlamsız bir boşluk hissedersiniz. sanki vücudunuzun etrafında daha önce olupta şu an eksikliğini hissettiğiniz bir şeyler varmış gibi...

başkası göremez o eksikliği yalnızca siz hissedersiniz. hareketlerde bir ağırlık, yaşamsal isteklerde anlaşılmaz bir durgunluk. sonra aniden dolupta taşmak üzere olan beyninizin ve ruhunuzun tüm fazlalıkları bedeninizin en uzak noktalarından gözlerinize ulaşır. işte o anlamsız ifade de ondan kaynaklanır genelde.

hep ağlıyormuş gibi ama hiç ağlamadan. her an sevinecekmiş gibi ama hiç sevinemeden.

işte elis, tam da böyle bir hal içindeyken bodrum katındaki loş ışıklı kitap odasına doğru yavaşça yürümeye başladı. öyle yavaştı ki her adımında bir yıl daha geçiyor ve yaşlandığı yüzündeki her çizgiden açıkça belli oluyordu.

olmaktan en çok mutluluk duyduğu yer orasıydı. ulaşmak biraz zaman almıştı ama sonunda varmıştı. yavaşça kapıyı araladı. tek isteği biraz avunabilmekti.

ne olduysa odaya tam anlamıyla girdikten sonra oldu. birdenbire kitap dolu ahşap rafların hepsi üzerine doğru gelmeye başladı. kaçtıkça her yanından onu sarıyorlardı. oysa ki önceleri en sevecen, en anlayışlı dostlarıydı onlar...

kitaplar, kaçıp saklanmak istediği şey neyse ona dönüşmüşlerdi acımazsızca.

ve aslında onlarda biraz yaşamak gibiydi. diğer insanlar gibiydi. sıradan arkadaşlar ve belki de derin dostluklar gibiydi.

ne kadar ağırlaşırsan her şey o kadar üstüne gelmekteydi işte.

"ama" dedi elis ve devam etti.

"bunun nedeni ne o, ne diğeri ne de bir başkası. bunun tek bir nedeni var... hep bir başka şeye dönüşen ama asla o başka şeyin onun yerini tutamadığı bir neden!"

sonra o siyah kediyle göz göze geldi ve ilk defa gözlerini hiç ayırmadan kedi kafasını çevirene dek gözlerinin içine baktı. kedi de ona baktı hayretle.

sonra dönüp gitti kedi. elis'e göre bu olaydan sonra ikisi de artık başkalaşmışlardı.

ama yok yine de her şey hep aynıydı. başkalaşan "şey"ler içinde her ne varsa eskisi gibi öylece durmaktaydı.

her zaman hep böyleydik.
aynı yerde ve aynı şekilde.
ne şekil ne de yer değiştirmek imkansızmış gibi.
küçük bir ayrıntıyla başkalaşmak çok zor.
o zaman mutlu olalım.
her şey hep olduğu gibi yerli yerinde...

ve ben...

Akşam Yıldızı

Yaz ortasındaydı
Ve geceyarısı
ve yıldızlar yörüngelerinde
Ölgün ölgün pırıldarken
Daha parlak ışığında
Kendisi göklerde
Köle gezegenlerin arasında
Işığı dalgalarda olan soğuk ayın
Soğuk tebessümüne dikmiştim gözlerimi
Fazlasıyla-fazlasıyla soğuktu benim için
Derken kaçak bir bulut
Geçti örtü niyetine
Ve ben sana döndüm
Yükseklerdeki iştihamına
Mağrur akşam yıldızı
Senin ışığın daha değerlidir benim için
Çünkü yüreğime mutluluk verir
Göklerdeki gururun geceleri
Ve daha çok beğenirim
O alçaktaki daha soğuk ışıktan
Senin uzaklardaki ateşini.

Edgar Allan Poe

13 Nisan 2010 Salı

o filmi izlemeyecektim,



kurun, kurulun, izin verin ki sizi de kursunlar!
ama yeter ki kurgunun bir parçası olun!


bir senaryo yazıyorum önce aptal gibi kendim de inanıyorum sonra. başlıyorum ona göre rol yapmaya. acıktım diyorum yemek yiyiyorum, istiyorum diyorum isteğin odağındaki nesneye koşuyorum, seviyorum diyorum tek başıma raks ediyorum...

kurmacanın doğasına uyanınca insan, nelerle avunurken gerçekte neleri kaçırdığına daha iyi ayılıyormuş...

neyi istedim, ne yaptım, kimleri gerçekten sevdim, kimlere -miş gibi yaptım!

kimler bana ne söylediyse kulak arkası yaptığımı sanarken beynimin en derin yerine işlemişim farketmeden. acı veren "kurgu" bu işte!

belki de herkes başkalarının istedikleriyle her akşam bir saat gibi kurulup her sabah da o saatin alarmı gibi ötmeye başlıyor. ve sonuçta herkes başkalarının düşündükleri, söyledikleri, kendisi adına istedikleri üzerinden hiç istemediği bir hayat kurguluyor.

yani sanırım herkes başkalarının yarattığı kurmaca bir gezegende, olduğu yerde taş kesilmek üzere etrafına çizilen bir daire içinde sınırlandırılıyor.

herkesin gerçeği aradığını sanmıyorum. ama arayanlar için kurmacanın suratına kapanan kapı nerde ben de bilmiyorum açıkcası.

Tanrı bilir.

ben artık sadece benim adıma kurgulanan güzel hikayelerden gerçek bir hayat yaratamayacağımı biliyorum o kadar...


kurgu, bir gerçeğin hakkına tecavüz edip kolayca bir yalan üretebilir ama bir yalandan bir gerçek asla yapamaz.

o zaman zor olanı yapıp beni şu anda güzelce uyutan bu sıcacık yalanları terk etmem gerekecek.

yalan olsun benim olsun yeter ki beni ayakta tutsun diyemeyeceğim maalesef... zaten şu ana kadar diyebilsem eminim ardında birçok çetrefilli gizli gerçek barındıran ama "görünüşte" mükemmel bir hayatım olurdu.

fakat ardımda, önümü ardımdan korkutacak hiçbir yabancı madde görmek istemiyorum.

o vakit, artık herşey benim istediğim gibi olacak.

11 Nisan 2010 Pazar

kurtarabileceğim gezegenler adına,




uzaylılar tarafından kaçırılıp dayak yemiş ve bomboş bir gezegene bırakılmış gibiyim.
yalnız böyle hissedince şunu farkettim. zaten hep böyleymişim...

asıl bomboş olan geldiğim gezegenmiş! içinde bana ait hiçbir şeyin kalmadığı, olanların da harman gibi savrulup umarsızca tüketildiği ve varolduğunu sandığım şeylerle cahilce oyalandığım biz gezegen.

bunun da farkına varmam gerekiyormuş demek.
farkına varabiliyim ki kurtarabileceğim başka gezegenlerim olsun!

9 Nisan 2010 Cuma

hurdacı,



"insanın evi hiç kendine yabancı gelir miydi?" diye düşündü elis.

çünkü ev, elis'in içiydi ve dışıydı. ruhuydu ve bedeniydi. aklıydı ve duygularıydı. işte bu karşıtlıkların hepsini harmanlayabilmekti ev inşa etmek. tabii böyle olunca da çatışmalar doğuyordu zaman zaman ve birleştirip bir bütünlük yarattığı parçalardan isyan edenler oluyordu ara sıra.

o zaman "ev"e yabancılaşmak olası bir durumdu. çatışmayı görmezden de gelemezdi elis. çünkü insan her şeyden kaçıyor ama evinden kaçamıyordu. dünyadaki yegane sığınağı orası olunca bir de...

seçim yapmak zordu yer değiştiren duygular ve düşünceler arasından.

insanların davranış ve tutumlarının nedenini anlamak zor değil imkansızdı elis için. "daha kendi eylemlerimi anlamlandıramazken nasıl olur da bir başkasının davranışlarının gerçek nedenini öğrenebilirim" diye düşündü.

haklıydı da.

o zaman anlamaya çalışmak nafileydi. duygular ve düşünceler konusunda karar vermek gerektiğinde yapılacak şey onlar arasından en "kuvvetli" olanları seçmekti. yanılgı payı yüksek olan bu matematiksel işlemde kesin ve net sonuçlara ulaşamayacağımıza göre...

o zaman duygular ve düşünceler arasından en kuvvetli olanlar baz alınacaktı. aksi halde matematiği zaten zayıf olan elis'in bu problemleri çözmeye küçücük elleri yetmezdi.

zaten hayatta kesin sonuçlara ulaşmayı hiç istemezdi elis. bir "şey"in özü kendini teslim ettiği vakit -ki bu kuvvet ölçümünden sonra çok kolay ortaya çıkmaktaydı- geride kalan her neyse teferruattı.

eğer bir düşünce hiçbir şeyle yer değiştiremeyecek kadar ısrarcı bir güce sahipse beyninizde o düşünce kuvvetliydi.

ve bir duygu eğer hiçbir şeyle yer değiştiremicek kadar şiddetli bir baskı yapıyorsa kalbinize o duygu kuvvetliydi.

işte bunlar dışındakiler hurdaya çıkabilirdi artık. ancak kuvvetli duygu ve düşünce parçalarından gerçeğe en yakın bir bütünlük oluşturulabilirdi.

zaten elis'in evinde sırf bu yüzden çok eşya yoktu. önce birden arsızlık edip bir sürü şey alıyor sonra bu formülden yola çıkıp hepsini evinin önünden düzenli aralıklarla geçen hurdacıya veriyordu.

elis ne kadar az eşyaya sahipse o kadar mutluydu. evdeki kalabalık ancak gerçekleri ört pas etmeye yarıyordu.

gerçeklere ulaşmasını sağladığı için elis'in hurdacıya olan minneti gün geçtikçe artmaktaydı.

7 Nisan 2010 Çarşamba

çocuk...,



elinde kendi kendine verilmiş tek bir çiçekle şimdi sadece bir ona-görelikler kalabalığında...

öyle işte "çocuk"... sana çocukları çok sevdiğimden daha önce bahsetmişmiydim "çocuk". ben kendi hayali gezegenimde bir çocuğum bunu hissedebilmişmiydin "çocuk". sen de bu dünyadan değilsin daha ilk gördüğümde anladım. çok geç ve yanlış bir zamanlamaydı keşfetmek için haklısın. ama insanların gerçekten ne düşündüklerini bilebilsek ilk anda! nasıl da çekilmez olurdu kimbilir tüm dünya...

senin de benim gibi keşfetmeye adanmış dünyan hiç çekilmez değil ben biliyorum "çocuk".

elimde kendi kendime verilmiş tek bir çiçekle şimdi sadece bir bana-görelikler kalabalığında...

geç keşfeden ama çabucak ve sımsıcak alışan da benim işte. adım bile koyulmamış daha sen dokunmadan şekil almasın diye saçlarım.

bütün ömrün boyunca şu herkese görelikler kalabalığında dikkate değer tek "sır"rım bu kadarcık.

sırrım;

senin çocuk olman,
benim "çocuk kalbi"ne olan düşkünlüğüm,
birbirimizi teğet geçen her bakışma çabasında bunu hatırlamamdır.

bilmem sen istersen çocukla çocuk olma.

ya da... belki de...

hedefi bulan bir bakışma sırasında ara sıra hatırladığım bir şeyi bir daha hiç unutmamak üzere beynime, dünyama, dünyana, bulutlara, gezegenlere, pamuk şekeri kokan yollara, ..... kazı ve sonra........

çocuk, çocuk, çocuk, çocuk,...... diye konuşabilirim sonra bulutlarla özgürce.

nasıl ki şimdi içimden sonsuza sayıda "çocuk" diyerek bağırmak geliyorsa!

6 Nisan 2010 Salı

ideolojik olmaz mısınız?,




ideolojiler; aslında bizim günlük insani gereksinimlerimizi karşılamaya yarayan tamamen alışkanlıklarımız, güdülerimiz ve ihtiyaçlarımızı temsil eden araçlardır.

her kavram gibi o da doğasında ne taşıdığıyla ilgili olarak olumsuzluk ya da olumluluk etiketlerinden biriyle itham edilecek olursa "olumsuzluk" damgası onun kaçınılmaz kaderi olur.

ben de sevmem ideolojik olanları. "bağlılık" taşır özünde çünkü. oyuncağına sarılıp güvenle uyuyan çocukları anımsatır bana belli bir ideolojiye bağlılık duyan insanlar.
ama sevgisizliğim kadar takdirimde o insanlarındır. bir şeye bu kadar bağlı olmak, onun dışında hiçbir şeyi görememek ve adanmak. ne güzel derim işte o zaman "belli" bir duruşları var hayatta.

hiçbir zaman bir şeyi delicesine savunacak ve onun arkasında her şeye rağmen duracak kadar "kararlı" bir insan olamadım maalesef. şimdi düşünüyorum da "ideolojik" olmak güzel şeymiş aslında. ruhun ve aklın ihtiyaç duyduğu birçok şeyi karşılardı böyle bir duruş. herkes bir şeye inanmaya "ihtiyaç" duyar çünkü. güdülerimizde varmış öyle diyorlar. inanacak bir şey bulduk mu sarılır, sonra ona alışır, sonra alıştığımız şeye bağlanırız.

inançsızlık yavan bir şey.

ama işte her şeyin ihtiyaçtan kaynaklanıyor olduğunu düşünmek incitici. inandığınız şeyin özünü erozyona uğratan onu kıran ve inciten bir şey. bir ideolojinin başka bir ideolojiyle yer değiştirmesi mesela. o zaman şimdi daha önce inandığına o kadar da inanmamışssın demek ki. işte o zaman "ideolojik" bir yaratık olduğunu anlar insan.

eğer hayatı tek bir fikre göre yönlendirirsek sonunda anlamsızlaşıyor o fikir dışındaki "diğer her şey". ama eğer fikirler yer değiştirirse bir gün o zaman hayatta sahip olduğunuzu sandığınız tek şeyle birlikte "her şey" de anlamsızlaşır. o daha acı.

bendeki ideolojik yönelim bu günlerde öyle kamuoyunu meşgul eden ciddi meseleleri değil de daha insani bir durumu işaret ediyor.

diyorum ki umarım benimki bilinçaltımdaki bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyordur. "benim ideolojim" gerçektir. sanırım öyle değil ama olsun ben böyle mutluyum. ideolojime sarılıp uyumak güzel.

hem yetişkin insanlar arada bir çocuk olunca iyi oluyor. hayatın tadı, tuzu yerine geliyor valla oh be! çocuklar öyle ideoloji falan bilmez hem. bağlanır giderler bir oyuncağa. kaybolunca ağlarlar, bulununca gülerler, hiç bulunmaz zaman geçerse de hiç olmamış gibi unuturlar. hiçte gocunmazlar.

işte bir yetişkin bir oyuncağa bu muameleyi yaparsa -ki biz ona hadi "ideoloji" diyelim- o zaman tutarsız, adi bir insan oluyor. niye ya?

çünkü bir öncekine tam inanmamış demek ki ihtiyaçların ve güdülerin kendini sürüklediği bir nehirde boğulmuş sadece.

eğer gören duyan olursa kral çıplak derler bir de üstelik.

çocuk olasım var!

hayır hayır benimki gerçek!

tanrı bu hayatta tüm insanlara tek bir ideoloji nasip etsin inşallah.

etsin ki sahip olduğumuz o tek bir inancında sonradan "ideolojik" olduğunu anlayıp üzülmeyelim.

şartlar değişti demek pek inandırıcı gelmiyor çünkü. insan başkalarını kandırıyor ama kendini zor biraz.

2 Nisan 2010 Cuma

bulutlar... ahh.... bulutlar,



gökyüzü ile yeryüzü hızla birbirinden ayrılmaya devam ediyordu. elis, bulutların üzerinde bu müthiş değişimi ve akıl almaz doğa olayını izliyordu.

oysa tek başına olduğunun farkında değildi. nasıl olduysa birdenbire yükselmekte olanın sadece kendisi olduğunu anladı. diğer herkes aşağıdaydı ve ona küçük görünmeye başlamışlardı. "büyük bina" lar bile nasıl da heybetini kaybetmeye başlıyordu?

çocuk gözlerini kirpikleri kaşlarına değene kadar açtı elis. muhtemelen o da aşağıdan bakanlara küçük görünüyordu. öyle ya yükseldiğimiz ölçüde başkalarına küçük görünürdük biz. neyse ki elis'in küçük olmakla ilgili hiçbir sıkıntısı yoktu.

bu yolculuğu hakedicek ne yapmıştı?
bunu hakedicek ne yaptıysa da bu yolculuğu sevmişti.

bulutların üzerinde yükselmeye devam ediyordu.

tek sorun bir gün o bulutların yağmur olup yağması ve o anda elis'in olağanca hızıyla yeryüzüne çakılma ihtimali olmasıydı.

ama hiç yolu yoktu. uçmak bir tutkuydu ve bulutlar onu terk etmediği sürece gökyüzüyle dans etmekten kimse onu alıkoyamazdı.

31 Mart 2010 Çarşamba

pamuk şekerli yol,



bir zaman kayması olmuştu... köy bir kararıp bir pembeleşti o an. evinde yalnız başına her zamanki gibi manzarayı izlemekte olan elis, koşarak pencereye doğru yöneldi.

o kadar anlık gelişti ki her şey elis'in çocuk beyni bunu algılamaya yetmedi. ya da o öyle sanıyordu. bunu anlamak zor. ama ilginç olan şu ki bu sırada geçmişteki anılar şekil değiştirmişti. zaman fırtınaları bir insanın algı düzeyinin çok üzerinde gerçekleşir fırtınadan geriye yolculuk sırasındaki izlenimler kalırdı.

oysa ki onlar hiç yardımcı olmazlar insana daha çok kafa karıştırırlar aslında.

ama bu defa elis, fırtınadan kalma kaosu sevmişti. bir kararıp bir pembeleşen köyün sureti ennihayetinde onun en sevdiği renge dönmüştü. bu renge kendini bırakmamak imkansızdı. sonuçta eskilerini bozup tekrar yapmak suretiyle anılarına yeni bir şekil vermekte hoşuna gitmişti. çocuk elis, oyunları seviyordu işte...

ama haklıydı anıların şekli aynı içeriği bambaşkaydı artık. bazen benzer şeyler birbirlerinden nasıl da başka olabiliyorlardı böyle.

bunun yanında evine giden yol pembe pamuk şekerinden yapılmış ağaçlarla bezenmişti.yalnız bir tek bunu anılarında bulamamıştı. bu tamamen yeni bir ayrıntıydı.

yürüdü o gün o yolda uzun uzun... yolun sonunda kim ya da ne olacağını ilk defa hiç düşünmedi.

nasıl olsa köy halkından çatık kaşlı birisi mutlaka yol sonunda beklerdi. yolda yürümek değil bunu düşünmek delilikti.

belki zamanı anlamaya çocuk aklı ermiyordu ama bir çocuk kalbi her şeyin üzerindeydi. bir yetişkinin kalbi bunu anlamaya yetmezdi.

o yolda elis'le birlikte ancak yolun sonunu düşünmeyecek olan bir oyun arkadaşı yürüyebilirdi belki.

hep yürünücek bir yol değildi nasıl olsa. yüz yılda bir kere işte... öyle ya gerçek hayatta oyuna çok da fazla yer verilmezdi.

elis'in çocuk kalbi bunu anlamaya yetmezdi.